teblici
 
  Ana Sayfa
  İletişim
  Fatiha suresinin tefsiri
  Küfür olan davraniş ve sözler
  Küfür sistemi bayramlari
  Temyiz etrafındaki şüpheler
  Forum
  Tekfirde ölçülü olmak
  VAAZ
  Kütüphane
  Tekfircilere Cevap
  Temyiz ve Yusuf kıssası
Temyiz etrafındaki şüpheler

"TEMYİZ ETRAFINDAKİ ŞÜPHELER"  

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


ÖNSÖZ

 

 

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله رب العالمين و الصلاة و السلام على رسولنا محمد و على آله و صحبه أجمعين

 

Hamd, ancak Allah içindir. O’na hamdeder, O’ndan yardım ve bağışlanma dileriz. Nefislerimizin şerrinden, amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. Allah kimi hidâyete erdirirse onu saptıracak yoktur, kimi de saptırırsa onu hidâyete erdirecek yoktur.

Tek olan ve hiçbir ortağı bulunmayan Allah’tan başka ilah olmadığına şehâdet ederim. Ve şehâdet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve Rasûlü’dür.

 

“Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini  yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riâyetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinize gözetleyicidir.” (Nisa, 1)

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin. Ki Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah ve Rasûlü’ne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzâb, 70-71)

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah'a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyle bilmektedir.” (Maide,

 “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz. ” (Hucurat, 6)

“Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever.(Hucurat, 9)

“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz. ” (Hucurat, 10)

 

“Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir. ” (Hucurat, 13)

 “Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.”(Âl-i Imrân, 144)

“Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişileridiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız. ” (Âl-i Imrân, 103)

“Gevşemeyin, üzülmeyin eğer inanmış iseniz en üstün olan sizlersiniz. ” (Âl-i Imrân, 139)

 

Bundan sonra: Muhakkak ki, sözlerin en doğrusu Allah’ın Kelâm’ı, yolların en hayırlısı Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in yoludur. İşlerin en kötüsü ise sonradan uydurulanlarıdır. Sonradan uydurulup dine sokulan her iş bir bid’at ve her bid’at bir sapıklıktır. Her sapıklık ta ateştedir.

Azîz ve Rahîm olan Allah rahmeti gereği, kendini tanıtan, kendine davet edip çağıran, kendilerine icâbet edenlere müjde veren ve kendilerine muhalefet edenleri uyaran peygamberler yollamış, o peygamberlerin davetinin anahtarını ve peygamberliklerinin özünü kendisine ibadet (kulluk) edilen Allah Subhâne’yi isimleri, sıfatları ve fiilleriyle bilip tanımak kılmıştır. Öyle ki peygamberliğin gereklerinin hepsi, başından sonuna kadar bu bilgi üzerine kuruludur.


 

Sunuş

 

 

Bu kitapçığı, (masanızda ya da kemerinize takılı) play düğmesine basılmış volkmeninizdeki 90’lık bir kaset içinde sizinle konuşuyormuşum gibi hissederek okumaya çalışın.

Gönül isterdiki bu kitapçığın ulaştığı herkesle tek tek muhatap olup aynı ortamda dertleşelim... Ama bunun imkân haricinde olması sizlerle sahifeler arasında konuşmama sebep oldu. Hiç yoktan iyidir tabi elhamdulıllah...

Bu kitapçıkla bir çok insanın akıllarını meşgul eden; niçin bu kriz ortamının oluştuğunu ve çözümün ne olduğunu bilmeyen kardeşlerime yardımcı olamak istedim...

Allah’ım bizlere doğru ile yanlışı birbirinden ayırt edecek basiret nasip eyle ve ayaklarımızı yolunda sabit kıl.

"...ve "Rabbim, benim ilmimi artır" de."(Taha, 114)

Hakkı anlamamıza engel olan günahlarımızı bağışla ve  bizleri                                 sırat  el-mustakıym’e ilet. Âmin…

 

 

 


 

                                        GİRİŞ

 

Konunun herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilir olması için mümkün olduğunca gayret göstereceğim. Bundan dolayı tekrarlar biraz fazla olabilir anlayış göstermenizi dilerim.

Rabbim ayaklarımızı hak yolda sabit kılsın. Âmin.

 

 Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki.

Bu vakıa da muhakeme olmayı istemek yoktur.

 

Aksine küfür mahkemesi nin vermiş olduğu her yönüyle (hem kendi hukukları hem İslami hukuk açısından) batıl olan kararlarına itiraz vardır.

 

Çünkü "TEMYİZ" bir muhakeme talebi dilekçesi değil bir itiraz dilekçesidir.

Ayrıca bu itirazı yapacak kişinin hazırlanmış matbu dilekçeleri kullanma zorunluluğu da yoktur, istediği bir üslupla var olan durumu kabul etmediğini ve kendisine haksızlık yapıldığını dile getirebilir.

 

Bizi bağlayan, bağlaması gereken yapmış olduğumuz amellere tağut’un ne dediği değil İslam’ın ne dediğidir.

 

İfade etdiğimiz gibi burada tağut’a muhakeme olmayı istemek yoktur 

Bu vakıa da küfürün hükümünü talep etmekde yoktur;

Her nekadar zorlamayla böyle bir tarif yapılmaya çalışıldıysada durum sonderece açık ve ortadadır.

Burada bir fıkıh kaidesini belirtmekte fayda var.

Hükümler maksatlara göre verilir.

 

Eğer biz bu mahkemenin bizimle alakalı olarak verdiği herhangi bir karara itiraz etmeyi küfür olarak görür, ve o mahkemeden her hangi bir istekte bulunmayı küfür hükümü talep etmek olarak algılayacak olursak, biz hâkimlere” beni serbest bırak” sözünü dahi söyleyemeyiz. Çünkü bu bakış açısıyla buda bir hüküm talep etmek olacaktır.

Şöyle ki:”Ey hâkim, ben serbest kalmak istiyorum, benim tutukluluk halimin devam etmesi ya da serbest bırakılmam arasında bana   hükümünü ver…”

 

Evet, bu bakış açısı insanı buraya götürür… Allah muhafaza…

 

Müslüman dininden taviz vermeden tağuti otoritenin kanunlarından faydalanabilir;

 

Evet, bu mesele ile ilgili İslam tarihinde çok sayıda örnek vardır.

Ben burada sizlerin de bildiğini tahmin ettiğim iki örneği hatırlatmak maksadıyla vereceğim inşallah.

 

-Peygamber (s.a.v.)  İslam dini için Mekke nin dışında bir üs aramak maksadıyla Taif te bulunan dayıoğullarının yanına gitmiş ve umduğunu bulamayınca Mekke’ye geri dönmüştü. Fakat kendisinden rahatsızlık duyan müşrikler (s.a.v.) i şehre sokmak istemiyorlardı. Buna yetecek güce ve otoriteye de sahiptiler. S.a.v. ve ashabı ise son derece zayıf ve güçsüzdüler. Efendimiz de o günün Mekke sinde yürürlükte olan bir kanundan faydalanmak istemişti uzatmayalım birkaç haber gönderme girişiminden sonra Mut’im bin adiy himayesinde mekke’ye girebilmişti.

 

-Hz.Ebubekir (r.a.) da tıpkı Rasululah (s.a.v.) gibi Mekke'de ki himaye (icare) kanunundan faydalanmış ve inandığı gibi yaşamasına kimsenin karışmaması garantisiyle İbn’i duğunne nin himayesine girmiştir.(Muhtelif İslam tarihi kitaplarına bakılabilir)

 

Ayrıca şunu da izah etmekte fayda var. Meseleleri açıklamak için başvurduğumuz ayet ve hadisleri, sadece yaşandıkları döneme hapseder, kendi zamanımıza uyarlayacak tarzda ele almayı kabuletmezsek yada bu metotla yapılan tefsirlere itibar etmekten kaçınırsak kendi kendimize en büyük zulmü yapmış olur, hem kendimiz sapar hem de çevremizdekileri saptırırız.

Allah korusun…

 

Bu kısa açıklamalardan sonra muhatabımızın akidemizin küfür olduğu yolundaki mesnetsiz ve bir okadar da seviyesiz olan iddialarına tamamiyle ilmi olarak cevap vermeye çalışalım inşaallah.

Rabbim bizleri razı olduğu imandan ayırmasın amin.

 

 

              ____________BİRİNCİ BÖLÜM ____________

 

İddia

Muhattabımız Kur’ân kıssalarının hükümünün, itikadi mevzularda delil olmayacağını söylemektedir. Dolayısıyla Yûsuf suresinin ilgili ayetlerinin kıssa olduğu için delil olmayacağını ifade etmektedir.

Cevap

Bu konuya bir kaç madde halinde cevap verelim inşaallah.

Bizim ilimden yoksun olduğumuzu iddia eden muhattabımızın, ne derece ilim ehli olduğunu sizlerinde taktirine sunalım.

Ey muhattab! Bu diğerleri gibi mesnetsiz olan iddialarınıza  öncelikle sizin kendi usulünüz ile cevap vermek istiyoruz.

 

A) Nisa Suresi 60.ayeti Kerimesi’de Yûsuf Suresinin İlgili Ayetleri Gibi Bir Kıssadır:

 

Yûsuf suresindeki ilgili ayetler kıssa ise, Nisa 60. ayeti kerimeside bir kıssadır.

Buna delil, (sizin överek ders kitabı yaptığınız) İbn-i Useymi’nin Tefsir Usulüne Giriş adlı eserindeki şu ifadeleridir:

 

"Kur’ân kıssaları üç kısma ayrılır:

Bir kısmı peygamberler, rasûller, onların kendilerine iman edenlerle ve onları inkâr eden kafirlerle, başlarından geçen olaylarla ilgilidir.

 

Bir diğer kısım başlarından ibretli olaylar geçen fertler ve çeşitli gruplarla alâkalıdır. Yüce Allah onların bu kıssalarını bize nakletmiştir. Meryem ve Lukman kıssaları ile duvarları çatıları üstüne yıkılmış bomboş bir kasaba yanından geçen kimsenin kıssası (bk. el-Bakara, 2/259), Zulkarneyn, Karun, Ashab-ı Kehf, Ashab-ı Fil, Ashab-ı Uhdûd ve daha başka kıssalar gibi.

 

Bir başka kısım da Peygamber (Sallallahu aleyhi vesellem) döneminde meydana gelmiş birtakım olaylar ve kimselerle ilgilidir. Bedir, Uhud ve Ahzab gazveleri, Kureyza oğulları, Nadir oğulları gazveleri, Zeyd b. Harise, Ebu Leheb ve başka kimselere ait kıssalar gibi."

 

Bu ifadelerden net bir şekilde anlaşılıyor ki "Peygamber (Sallallahu aleyhi vesellem) döneminde meydana gelmiş birtakım olaylar ve kimselerle ilgili anlatımlar birer kıssadır." Nisa suresi 60. ayeti kerimesi de bir münafığın kıssasını / haberini vermektedir.

 

"Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tâğut'a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tâğut'un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor."(Nisa, 60)

 

 Evet muhatabımızın yanlış olan görüşünü yine kendisinin yanlış olan usulüyle ortaya koyduk.

Muhattabımız güya (ilmi terimler kullanarak) Yûsuf suresinin bir hikaye, kıssa olduğunu ileri sürüp bunun dinde delil olamayacağını söyleme gayretine girmiştir.

Halbuki görüldüğü üzere bu kendi tezinide çürütüyor. Bu tez ile yola çıkıldığı zaman Nisa 60. ayeti kerimesinin hüccet olma özelliğide kaybolmuş oluyor.

 

Eğerki hikaye delil olmuyor ise Nisa 60.ayeti kerimeside hikayedir.

 

Neden? Çünkü Yûsuf suresinde Hz Yûsuf (as)'un, elini kesen kadınların, Zelihanın, Azizin, kralın (Reyyan), Yûsuf (as)'un avukatının haberi verilirken, Nisa suresinde de munafığın, kahin veya Ka'b bin Eşrefin haberi verilmektedir.

Sonuç olarak bu ayatlerde bir kıssanın haberidir.

Dolayısıyle delil olma özelliğini yitirmiştir.

Allah’ın izniyle bu açıklama bu konuyu izaha yeterlidir.

Madem öyle ortada tutarlı bir delil yok,öyleyse hangi cüretle tekfire kalkışıyorsunuz..?

 

 

 

 

İslam âlimleri buyuruyor ki:

 

Küfür isnadı, iki başlı ok gibidir.

Oku atınca, karşı taraf kâfirse orada kalır, şayet değilse, ok geri döner sahibini vurur, yani söyleyen kâfir olur.
F
ıkıh kitaplarında da:

Kendisine kâfir denilen kimse, kâfir değilse, Müslüman ise, söyleyenin kâfir olacağı bildiriliyor.

 

Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:

Mümine kâfir diyenin, kendisi kâfir olur.

                                                                   [Buhari]

 

Yine Allah azze ve cellenin .

Dillerinizin yalan yere niteleyegeldiği şeyler için: "Şu helâldir, şu da haramdır" demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphe yok ki Allah'a karşı yalan uyduranlar iflah olmazlar (Nahıl, 116)

 Ayetine iman ettiğim için içerisinde ufacık zan olan bir meseleye kati hüküm vermedim.

Yapmış oldukları batıl izahta kendisi gibi inanmayan müslümanları küfre iman etmekle itham edip kafir fetvasını vermişlerdir.

Görülüyorki kendisini allame zanneden muhatab anlaşılan islam hukukunda fetva müessesesinin nasıl işlediğininde maalesef cahilidir, yada olaya tamamiyle art niyetle yaklaşmaktadır.          Biz yinede hüsn-i zanda bulunup bilmiyor olduklarını farz edelim.

 Ve bu müessese ile ilgili cehaleti gidermek adına Fetva konusunuda izah etmeye çalışalım inşaallah.

İslam hukukunda;fetva ayrı şeydir, kaza ayrı şeydir.

Fetvaya misaller.

Fetvaya ehliyetli alim, bir mesele hakkında bu küfürdür der.Bu fetva Umumi(genel)’lik ifade eder.

Ama mesele hususileştirilip, şahsa indirgendiği zaman ise, kaza devreye girer. Meseleyi her yönüyle derinlemesine araştırır, tevil payı varsa veya şüphe varsa bu fiili yapanın cezalandırılmasına değil, cezadan kurtulmasına gayret eder.

 

Hele hele bu mesele küfür ile itham edilen bir husus hakkında ise, işi okadar sıkı tutar ki, küfür fiilini işleyen kişiyi kurtarmak için son derece  geyret gösterir, öyle ki o bir mesele 99 boyutu ile küfre delalet etse ve sadece 1 yönü ile kurtuluyor ise dahi, onu kurtarır ve bu kişinin islamına hükmolunur.

Bu usül müslümanlığı kesin olarak bilinen bir şahsa böyle uygulanır.

Bu konu ile ilgili birçok hadis mevcuttur ve şüphelerle hadlerin düşürülmesi gerektiği buyurulur.

Örnek bir hadis; "Gücünüzün yettiği kadar şüpheler ile hadleri düşürünüz" (Ebu Dâvud,Salât,14;Tirmizî,Hudud,2)buyuruluyor.

 

Bizi tekfir ederken elinizdeki delillerin tutarsızlığını görmeye gücünüz yetmedimi. Veya bizim delillerimiz, sizin için kat’i değilse bile zandamı ifade etmedi. Yazınızda size delil getirmeyelim diye "batıl ehli kendilerine göre deliller getirmektedirler"(risale s.21) diyerek, bu ifadenizde kendinizi tavsiye etmiş ve öyle insafsız davranmışsınız ki:

Size getireceğimiz delillerin tümünü peşinen red edeceğinizin mesajını vermişsiniz.

 

Allahtan korkun ve şu hadisi şerifi birdaha okuyun:

"Gücünüzün yettiği kadar şüpheler ile hadleri düşürünüz" (Ebu Dâvud, Salât, 14; Tirmizî, Hudud, 2).

 

Buna her halde  gücünüz yeterdi,ama bunun için iyi niyetli olmak gerek...!

 

Bir misal de İbn-i Teymiye (rahimehullah)’ den verelim:

 

"İbn-i Teymiye (rahimehullah) şöyle der.

 “Söylenen söz, mutlak olarak sahibinin tekfir edildiği türden olabilir ve genelde bunu ifade etmek için, “Kim şöyle derse kafir olur” ifadesi kullanılır. Ancak bu sözü söyleyen kişi, gerekli olan hüccet ikamesi yapılmadan önce tekfir edilmez.

Allahu Teala’nın, “Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar; zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir” (Nisa/10) ayetinde olduğu gibi, va’id ile ilgili olan nassların durumu bu şekildedir.

 Bu ve buna benzer nasslar hak olan va’idi bildirir. Ancak gerekli olan şartların oluşmaması ve engellerin de kalkmaması sebebi ile mutlak olan bu va’id muayyen bir şahsa indirgenemez.

Çünkü işlediğinin haram olduğu kendisine açıklanmamış veya bu yaptığından tevbe etmiş veya işlediği bu haramın affedilmesine sebep olacak derecede iyilikleri fazla olmuş ya da kendisine şefaat edilmiş olabilir. Küfür olarak nitelenen sözler de böyledir.

Kişiye hakkı bildiren nasslar ulaşmamış olabilir.

Ulaşmış olsa bile onları sabit görmemiş olabilir.

Veya anlamamış olabilir ya da Allahu Teala’nın mazur göreceği şüpheler ile karşılaşmış olabilir. Hak peşinde olup hata yapan mü’minin hatasını ne olursa olsun Allahu Teala bağışlar. Bu hatanın nazari veya ameli konularda olması farketmez. Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabı ve ümmetin imamlarının görüşü budur.

Onlar meseleleri, inkar edilmesi halinde tekfir olunan usul meseleleri ve inkar edilmesi halinde tekfir olunmayan furu meseleleri olarak ikiye ayırmışlardır.

                                                             (Mecmuu’l-Fetava, 23/195)

--------------------------------------------------------------anlamamış olmak

İnşaallah bu izahlar hatalı olduğunuzu anlamanıza vesile olmuştur.Yine inşaallah tövbe etmenize de vesile olur.

 

 Yanlız (!) güya bir davet niteliğinde yazmış olduğunuz ilmi uslubdan yoksun, avama ve havasa (öncülere) yönelik hakaret dolu, o yazıyı kendi ısrarımız ve imkanlarımızla elde ettikten sonra, bizimde buna nefsi müdaafa yaparak, cevap vermemiz üzerimize vacip oldu.

 

Bu savunmayı yaparken kimin hakkını koruyoruz?

    Bütün müslümanların, hatta şuanda bize küskün olan kardeşlerimizinde hakkını  koruyoruz.

    Yazının uslubu öylesine çirkin ki bu kardeşlerimizi koyun sürüsü gibi tanıtmaya çalışmışsınız.

Buradaki risaleyi hazırlamaktaki niyetim, sizi nefsinize uydurmamak, nefsinizi tahrik etmemektir. Bunun sebebide olaki kinlenir de ayağınız kayar diye korkmamdandır.

 Bu noktadaki size yaklaşım usulüm, imamımız İmam-ı Azzam Ebu Hanife hazretlerinin  şu ibretli usulüdür.

İmamımız oğluna kelam ilmini yasaklar. Oğlu ise "babacığım görüyorum ki sen kelam ilmi ile uğraşıyorsun ama bana yasaklıyorsun", der. İmamımız, "yavrucuğum biz insanlara meseleleri izah ederken onun kafasının üzerinde kuş varmışda, ters bir davranışımızda o kuşu uçuracakmış gibi dikkatli ve nezaketli anlatıyoruz," der.

    Yani sizin gibi, yazı yazarak olmadık sebeplerden dolayı, önce sizlerde emeği olan insanı tekfir etmeye ve onu yererek yerin dibine sokmaya yeltenmiyordu.

     İşte bu büyük imamımızın bu usulünü ve yolunu takip ettim. Siz bir kuşmuşsunuz misali, sizi ürkütmemeye çalıştım.

   

 Şimdide Kur’an kıssalarının hüküm ihtiva etmediği konusundaki iddialarınızın yanlışlığını ıklamaya çalışalım inşaallah

 Olaki düşünürsünüz...

"Andolsun ki onların kıssalarında olgun akıl sahipleri için bir ibret vardır." (Yûsuf, 111)

 

B) Kur’an Kıssalarıda Bizler İçin Hikmetli Birer Delildir:

 

Kur’an kıssalarının bizler için bir öğüt ve bir ibret olduğunu yine Kur’an ayetleri bizlere isbat eder.

 

"Biz sana bu Kur’ân'ı vahyetmekle, sana en güzel kıssaları anlatıyoruz." (Yûsuf, 3)

"İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır." (Mümtehine, 4)

Biz İbrahim (as) zamanında yaşamadığımıza göre örnekleri kıssa ve haberlerden alacağız. Bu kıssalarda Allah (subhane ve taâla) bize güzel örnekler ve öğütler olduğunu haber vermektedir.

Yine sizin delil olarak almaktan imtina ettiğiniz Yûsuf suresinde de şöyle buyurulmaktadır:

"Andolsun ki onların kıssalarında olgun akıl sahipleri için bir ibret vardır." (Yûsuf, 111)

Dikkat edilecek olursa, bu ayeti kerimede akıl sahiplerine hitabedilmektedir. Bizde Şarii Taâlanın hükümlerine muhattab olduğumuza göre akıl sahibiyiz.

 Dolayısyla bu kıssalar, husisiyle Yûsuf suresi bu konuda müslümanlar için açık bir delildir.

 

Kur’ân-ı Kerim'deki kıssaların  pekçok hikmetleri vardır. Bu hikmetlerin bazıları şunlardır:

 

1. Yüce Allah'ın bu kıssaların ihtiva ettiği hikmeti açıklaması:

Çünkü yüce Allah: "Andolsun onlara kendisinde kötülükten alıkoyucu özelliği olan haberler gelmiştir."(Kamer, 4)buyurmaktadır.

 

2. Yalanlayanları cezalandırmak suretiyle yüce Allah'ın adaletinin açıklanması:

 Çünkü yüce Allah yalanlayıcılar hakkında: "Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler. Rabbinin emri gelince Allah'ı bırakıp da tapındıkları ilâhları onlara bir fayda sağlamadı." (Hud, 101) diye buyurmaktadır.

 

3. Mü'minleri mükâfatlandırmak suretiyle yüce Allah'ın lütfunun açıklanması.

Çünkü yüce Allah: "Biz üzerlerine ufak taş yağdıran bir rüzgar gönderdik. Lut’un ailesi müstesnâ. Onları seher vaktinde kurtardık. Tarafımızdan bir nimet olmak üzere (bunu yaptık). İşte şükredenleri biz böyle mükâfatlandırırız."(Kamer, 34-35)diye buyurmaktadır.

 

4. Peygamber (sas)'i yalanlayanların, kendisine yaptıklarına karşı teselli edilmesi:

 Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer seni yalanlıyorlarsa onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Peygamberleri onlara apaçık delillerle (mucizelerle), sahifelerle ve nur saçan kitaplarla gelmişti. Sonra kâfir olanları yakaladım. Şimdi onlara azabım nasıldır!?" (Fâtır, 25-26)

 

5. Mü'minlerin iman üzere sebat etmeleri ve imanlarını arttırmaları için teşvik etmek:

 Çünkü mü'minler kendilerinden önce geçen mü'minlerin kurtulduklarını ve cihad ile emrolunanların ilâhî yardıma mazhar olarak zafere eriştiklerini öğrenmiş bulunuyorlardı. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır…

 "Biz de duasını kabul edip, kendisini gamdan kurtarmıştık. Biz mü'minleri işte böyle kurtarırız." (Enbiyâ, 88)

 

"Andolsun ki biz senden önce kavimlerine rasûller gönderdik, onlar da kavimlerine açık açık delillerle geldiler. Biz de günahkârlardan intikam aldık. Mü'minlere yardım etmek ise zaten üzerimize bir haktır." (Rûm, 47)

 

6. Kâfirleri küfürlerini sürdürmekten sakındırmak:

 Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Acaba onlar yeryüzünde gezip kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Allah onları toptan helâk etmiştir. Kâfirlere de onların (âkıbetlerinin) benzerleri vardır." (Muhammed, 10)

 

7. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in risaletini ispatlamak:

 Çünkü geçmiş ümmetlere dair haberleri ancak yüce Allah bilir. Zira yüce Allah şöyle buyurmaktadır:“Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onları bundan evvel ne sen biliyordun, ne de kavmin." (Hûd, 49)

"Sizden öncekilerin Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonra Allah'tan başkasının bilmediği kavimlerin haberleri size gelmedi mi?" (İbrahim, 9)

 

       Yapmış olduğumuz izahlardan ve vermiş olduğumuz delillerden  anlaşıldığı üzere genel olarak kur’an kıssaları, özel olarak da  Yûsuf suresi bu konuda müslümanlar için açık birer delildirler.

 

 

                                          __________  İKİNCİ BÖLÜM  _________

 

 

İddia

"Bu ayetin hükmü baki delaleti zannidir," demek ile bu ayet hakkında islam alimlerinden işitilmemiş bir sözü ortaya atmaktadırlar.  

 

Cevap

İddia sahibinin bu sözüde, anlamsız ve mesnedsiz(dayanaksız)dir.

 

Böyle bir söz bizden sadır olmamıştır. Bu sözün bize ait olduğunu iddia edenler hata yapmıştır. Doğru cümle şudur:

"Nisa suresi 60. ayeti kerimesinin  subutu kat’i,söz konusu  hükme delaleti zannidir."

Bu  ifade İslam Uleması tarafından aydınlatılmış bir konumudur? Değilmidir?, hususuna gelince.

 

Öncelikle alimlerin bu noktayı aydınlatmadığına dair alimlere atılan iftiradan, sonrada şahsımıza atılan iftiradan Allah'a sığınırız.

 

Nasların Hükme Delaletinin nasıl anlaşılması gerektiği, Usul-ü Fıkıh kitaplarının tümünde alimlerimiz tarafından işlenmektedir.

 

Şimdi bu usulü görelim.

 

KAYNAKLARDAN HÜKÜM ÇIKARMA (İSTİNBAT) METODLARI

 

"İstinbat metodları" denince, Kur'ân ve Sünnet metinlerini anlayabilme ve onlardan hüküm çıkarabilme amacıyla yararlanılan kurallar kasdedilir.

 

İslâm hukukunun aslî kaynakları ve bunlara eklenen diğer talî kaynaklar arapça olduğundan, Arap diline göre lâfızların (sözcüklerin) çeşitlerini ve bu lâfızların mana ile ilişki durumlarını iyice tanımadan söz konusu metinleri doğru bir biçimde anlamak ve onlardan isabetli hükümler çıkarmak mümkün değildir.

 

Bunun yanısıra, nassların özüne uygun bir biçimde anlaşılabilmesi için İslâm hukukunun ana gayelerini iyi bilmek gerekir.

 

Zira lâfızların ve bunlardan oluşan ibarelerin manaya delâleti bazen birden fazla ihtimale açık olur.

 

İşte bu ihtimallerden birini diğerine veya diğerlerine üstün sayarken, Şârii'in maksadını iyi kavramış olmak önem taşıyacaktır.

 

Aynı şekilde, bir mesele hakkındaki deliller arasında çelişki varmış gibi görülebilir; böyle durumlarda birinin diğerini neshetmiş olma ihtimali vardır.

 

İşte bu tearuz (çatışma) durumlarında çelişkiyi gidermek ve uzlaşmayı sağlamak, Şârii'in bu konudaki maksadını iyi kavramış olmakla yahut çelişkili görülen deliller arasındaki nesih ilişkisini bilmekle mümkündür.

 

İslâm hukukunun ana gayelerini bilmenin önemi, sadece nassların yorumlanması konusuna has değildir.

Nassların kapsamına katılamayacak olaylarla karşılaşılınca, kıyas veya ıstıslah rnetodlarına başvurulur ki, bu metodların isabetli biçimde kullanılması da ancak   islâm  hukukunun  ana  gayelerini  ve  teşri  prensiplerini  kavramış olmakla gerçekleşebilir.

Şu halde istinbat metodlarının bilinmesi için şu konuları incelememiz gerekecektir:

-Lafızların mana ile ilişkisine göre tabi tutulduğu ayırımlar ve bu ayırımlar içinde yer alan lâfız çeşitleri,

-İslâm hukukunun ana gayeleri,

-Deliller arasındaki tearuz (zıt ilişkiler) ve uzlaştırma metodları: 

Manaya Göre Lâfzın Tabi Tutulduğu Ayırımlar:

 

Hanefî usûl bilginlerine göre, bir lâfzın ifade ettiği manayı tesbit edebilmek için onu dört bakımdan ele almak gerekir:

1- Lâfzın hangi mana için vaz'olunduğu (konduğu),

2- Vaz'olunduğu manada mı yoksa başka bir manada mı kullanıldığı,

3- Kullanıldığı manaya delâletinin açıklık ve kapalılık derecesi,

4- Kullanıldığı manaya delâletinin şekli (çıkarılan mananın doğrudan mı yoksa dolaylı bir yolla mı ifade edilmiş olduğu).

İşte bu düşünce ile Hanefi usûlcüleri manaya göre lâfzı dört yönden ayırıma tabi tutmuşlardır:

 

Birinci Ayırım:Vaz'olunduğu mana bakımından lâfız:

1- Hâss,

2- Amm,

3- Müşterek kısımlarına ayrılır.

 

İkinci Ayırım: Kullanıldığı mananın, vaz'olunduğu mana olup olmaması bakımından ise lâfız:

1-Hakikat,

2- Mecaz,

3- Sarih,

4- Kinaye kısımlarına, ayrılır.

 

Üçüncü Ayırım: Kullanıldığı manaya delâletinin açıklık derecesi bakımından lâfız:

1- Zahir,

2-Nass,

3- Müfesser,

4- Muhkem kısımlarına,

kapalılık derecesi bakımından da:

1- Hafi,

2- Müşkil,

3- Mücmel,

4- Müteşâbih kısımlarına ayrılır.

 

Dördüncü Ayırım: Lâfzın manaya delâlet şekli ve sözü söyleyenin lâfızdan maksadının ne olduğunu anlayabilme yolları itibariyle de,

1- İbare,

2- İşaret,

3- Delâlet,

4- İktizâ kısımlarına ayrılır.

(İslam hukuk ilminin esasları (usulü’l Fıkh) Prf.Dr. Zekiyüddin ŞA’BAN. Türkiye diyanet vakfı yayınları.)

 

Önemli Not; Risalenin hacmi büyüyüp asıl meselenin dışına çıkılacağından yukarıdaki maddeleri tek tek açıklamıyoruz.

Allah rızası için bu konuların usul kitaplarından okunması  risalemizin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

 

Biz şimdi konumuz ile direk alakası olan muhkem ile hafi bölümünden alıntılar yapalım.

 

Bunun için kardeşlerimizin bir kısmının okuduğunu bildiğim "Muhammed Ebu Zehra’nın İslam’da Suç ve Ceza" adlı eserinden örnekler vererek konuyu açıklamaya çalışacağım  inşa Allah.

 

NASSLARIN TEFSİRİ (YORUMU)

 

"Manaları açık ve net olan ve içlerinde bulunan emir ya da yasaklıktan şer'î hüküm lerin elde edilebildiği lafizlar delalet gücü bakımından dört dereceye ayrılırlar.

 

Birincisi delalet bakımından en aşağı düzeydeki lafiz çeşididir ki buna "Zahir" denilir. Ondan bir üst derecedikilere Nass ondan sonra gelenine “Müfesser" ve üst derecedeki lafiza ise "Muhkem" denilir.

Manası açık olan nasslarla açık olmayanlar birbirleriyle ters yönden karşı kar şıyadır. Manası açık “olmayan”dan maksadımız, manası mutlak olarak açık olmayan ya da kapsamı dahiline giren bazı fertlere delaleti açık olmayan demektir.

Nassın kapsamı na girebilecek bazı olgular tatbikinden doğabilir. İşte o zaman nassın manasının kapsamı ve boyutları araştırılır. Bu şöyle yapılır:

 Nassın açıkça ifade ettiği mana ile kapsamı dahiline girebilecek mesele nassın açıkça ifade ettiği meselenin niteliğini taşıyor mu taşımıyor mu diye, birbiri ile karşılaştırılır.

 Bu durumda kapalılık, lafzın zatından gelmiyor, aksine nassın kapsamı dahiline girebilme ihtimali olan ayrıntılara nassın tatbik edilmesinden geliyor.

Manası tam olarak açık olmayan lafızları bilginler dört kısma ayınrlar. Bunlar bi rinci ayrımda yaptığımız dörtlü ayrımın zıt yönden tam karşıtıdırlar. Ve sırası ile "Hafi, Mücmel, Müşkil, Müteşabih" kısımlarına ayrılır."

 

Muhkem

Muhkem siyakı (ifadesi) manaya açıkça delalet eden lafızdır.

 

Muhkem, manasını ifâde etmede gayet açıktır ve ne te'vile ne de tahsise ihtimali yoktur.

Fakat bazan muhkem olan nassa, neshe ihtimali olmadığına dair bir karine bitişir.

 

Mesela Rasulullah (s.a.v.): "Cihad kıyamet gününe kadar devam edecektir" hadisi ile, yüce Allah'ın kazf (iffete iftira) suçunu işleyen kimse için ifâde buyurduğu şu ayetini ele alalım:

"Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup (bunu ispat için) dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun. Ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar fasık olanlardır." (Nur, 4)

 

Bu ayetteki yasaklığa “hiçbir zaman (ebediyet)” kelimesi bitişmiştir. İşte bu kelime ayetin neshi kabul etmeyen muhkem bir nass olduğunu gösterir.

Burada görülüyorki manaya delaleti açık, tefsire ihtiyaç olmayan, kapsama alanı ölçüsü, sınırı hiçbir tereddüde meydan vermeden ifade edilen naslar kat'idir.

 Bu bağlamda Nisa 60. ayeti celilesinin lafzında da, nuzul sebebinde de görüldüğü üzere kapsama alanının ölçüsü ve sınırlarının ne olduğu hususunda şüpheler vardır, izaha muhtaçtır. İleride açıklayacağız inşaallah.

 

Şimdi birde yazarın kitabından konumuz ile alakalı olan Hafiye bakalım.

 

Hafi

Hafi, kapsamındaki bazı fertlere kendi bünyesi dışındaki bir engelden dolayı delaleti açık olmayan nasslardır.

 

Fahrul-İslam Pezdevî, hafi'yi tarif ederken, manası lafzın bünyesi dışındaki bir engelden dolayı karışık, kastedilen maksat gizli olan ve ne anlama geldiği ancak kafa yorulmakla elde edilip anlaşılan lafızlardır, der.

 

Hafi -yukar da da ifade ettiğimiz gibi- kapsamına giren bazı fertlerde kapsamına giriyor mu girmiyoru mu diye, kapsamının kapalı olduğu durumlarda söz konusudur.

 

 Bu durumda fi kıh bilginlerine ya da yargı organına düşen, nassın delalet ettiği açık ve net mana ile nassın kapsamına girip girmediği net olmayan mana arasında karşılaştırmayı yapmaya çılışmaktır.

 

Eğer iki mana birbirine yakın ise ya da bir ise hüküm sabit olur. Yani o mana da nassın kapsamı içine alınır.

Yok eğer manalar birbirine uzak görünüyorsa nassın hükmü o meseleye verilmez.

 

Fıkıh bilginlerinin hafi'ye verdikleri örneklerden bazıları şunlardır: "Hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan (başkalarına) bir ibret olmak üzere ellerini kesin." (Nur, 4.)

 ayetinde geçen hırsız kavramına yan kesicinin ve kefen soyucunun da girip girmemesi fukaha arasında tartışmalıdır.

 

"Hırsız"; başkalarına ait koruma altında olan bir malı, bir yolunu bulup alan kimse demektir.

Tarrar (yan kesici) ise, başkasının malını onun gözünün içine baka baka el çabukluğu ile alan adamdır. Tıpkı insanların ceplerinden paralarını alan cepçilerin yaptıkları gibi.

 

Yan kesici hırsız gibi karanlığı firsat olarak kullanmıyor, aksine insan ların dikkatsizliklerini ve kendi kişisel yeteneğini kullanıyor.

 

"Kefen soyucu" ise kabirleri açıp ölülerin kefenlerini alan kişidir.

 

İşte bilginler bu iki fiili icra eden kişilerin hırsız kavramına dahil olup olmadıkları konusunda hırsızlıktan bahseden ayetin kapalı olduğunu görmüşlerdir.

Çünkü her ikisinin de hırsızdan başka kendilerine has isimleri vardır.

Birisi Tarrar (yan kesici) diğeri de Nebbaş (kefen soyucu) dur.

 

Yani bunlara kimse hırsız dememekte, aksine kendilerine ait özel isimleri verilmektedir. Madem ki bunların hırsız'dan başka isim leri vardır, öyleyse hırsız kapsamına girmezler.

 

Sonra ikinci bir açıdan, yan kesici, insanlar fark etmese ve bunu hissetmeseler de gündüz almaktadır. Yan kesicinin başkalarını avlaması o kişilerin dikkatsizlik içinde olmalarındandır. Yoksa yapılan işin karakterinden değildir.  Kefen soyucuya da hırsız denemez. Çünkü çaldığı mal ha yatta olan bir kişinin malı sayılmaz. Madem ki hırsızlık cezası ancak mahkemede dava açıktan ve duruşma yapıldıktan sonra veriliyor, şu halde ona hırsızlık cezası vermek mümkün değildir.

Üstelik kefen, hırz (koruma altında) sayılmaz, ki onu alan hırsız kabul edilebilsin.

İşte bu değerlendirme dolayısıyla Ebu Hanife ve İmam Muhammed, yan kesiciye ve kefen soyucuya hırsızlık cezasının tatbik edilmeyeceği ni söylemişlerdir.

 

İmam Ebu Yûsuf ve kalan üç mezheb İmamı, İmam Şafii, Malik ve Ahmed hırsız kelimesinin genel kapsamı içine kefen soyucunun ve yan kesicinin de girdiğini söylemişlerdir. Çünkü iki fiili işleyen kişilerin yaptıkları ile hırsızlık kavramı gerçekleşmektedir, demişlerdir.

 

Uygulama esnasında görülen bir örnek daha verelim:     

 

Rasulullah (s.a.v.) "Ka til hiçbir şeye mirasçı olamaz" buyurmuştur.

 

Hadiste geçen "katil" kelimesinin ne anlama geldiği açıktır ve kelime bu manayı gayet net ve açık olarak ifade etmekte dir. Kelimenin teammüden öldürme fiilini kapsadığında hiç şüphe yoktur.

Fakat acaba yanlışlıkla öldürmeyi veya tesebbüben (sebep olma) biçiminde öldürmeyi ya da ortaklaşa öldürmeyi veya azmettirme biçiminde öldürme ile herhangi bir biçim de yardımlaşmak suretiyle öldürmeyi de kapsıyor mu?

İşte bütün bunlar bilginler arasında tartışmalıdır. Hiç kuşkusuz bu nedenle keli meye hafa (kapalılık) gelmektedir. Yani bir kişinin katil sayılması hangi esasa (temel kritere) göre tespit edilecektir?

 

Kişinin bir başkasını öldürürken kastı olup olmadı ğına mı bakılacaktır, yoksa öldürmeyi bizzat kendisi mi yapmış yoksa birisi aracılığı ile mi gerçekleşmiş olduğu mu esas alınacaktır.

Hangi kriter temel alınacaktır?

 

İmam Şafii'ye göre bu kritrlerin hepsi gözönüne alınacaktır. Yani İmam Şafii'ye gö re, katil niteliğini taşıyan herkes -bunu ister kendisi direkt olarak gerçekleştirmiş ol sun isterse sebep olmak suretiyle olsun, ister kasıtlı ister kasıtsız olsun farketmez, katil denilebilen herkes- mirasçısına varis olamaz.

Çünkü "katil" kelimesi genel an lamı ile bunların hepsini içine alır.

 

Görüldüğü üzere İmam Şafii katil lafzının zahiri ni kriter olarak kabul edip esas almış ve harfi harfine tatbik etmiştir.

Buna göre -işa ret ettiğimiz gibi- katil mirasçısına varis olamaz. Hatta öldürme saldırı ve düşman lık olmaksızın adil bir sebeple bile olsa katil yine de mirasçı olamaz, mirastan mah rum olur.

 

Malikîler, öldürmeyi, kastetme niteliğine ve öldürmenin tecavüz gayesi ile olup olmadığına bakmışlardır. Yani Malikîler iki illet aramışlardır. Direkt olarak olmasa bile sebebiyet var mıdır yok mudur? Bir de öldürme haksız yere midir, yoksa değil midir?

Öldürme haklı yere ya da nefsi müdafaa veya bir mazerete binaen olmuşsa bu kişi mirasçı olur. Bir şartla: katil ceza açısından cezaî mes'uliyeti üstlenebilecek kişilerden olmalıdır.

 

Adil olarak yapılan öldürme, delinin ve çocuğun öldürmesi mi rasa engel olmaz.

Yine ne çeşit yanlışlık olursa olsun yanlışlıkla öldürme de mirasa engel değildir. Çünkü kasıt unsuru yoktur, işte Malikîlerin değerlendirmeleri de böyledir.

 

Hanefi'lere gelince, onlara göre gözönüne alınması gereken sırf kasıt unsuru de ğildir. Kişinin bizzat kendisinin yaptığı öldürme durumunda sebebe bakmalıdır derler.

 

Sebep unsurunun yanında öldürmenin adil olmamasını ve bir mazerete bi naen yapılmamasını ve öldürenin mükellef olmasını şart koşarlar.

 

Buna göre yanlış lıkla yapılan öldürme eğer bir mükellef tarafından gerçekleştirilmiş ise bunu mirasa engel olarak görürler.

 

Sebep olmak suretiyle öldürmeler mirasa engel değildir, is terse kasten ve tecavüz kasü ile yapılsın farketmez.

 

Çünkü Hanefi'ler kişinin bizzat işlediği öldürmelerde sebebi gözönüne almışlardır. Onlara göre insanı katil yapan unsur bunun bizzat işlenmiş olması unsurudur, işte mirastan engellenme sebebi de böylece gerçekleşmiş olur.

 

İmam Ahmed b. Hanbel (r.a.)'e gelince; ona göre mirasa engel olan öldürme İs lam şariinin ceza öngördüğü öldürmedir.

Çünkü şarii ona niye ceza tayin ediyor?

 

Kişi şer'an katil sıfatına bürünmüş olduğu için eğer bir öldürmeye ceza tayin edil miş ise bu ceza o niteliği pekiştiren bir unsur oluyor.

 

Dolayısıyla öldürmenin hük mü ne ise o gerçekleşmiş oluyor. Ki bizim örneğimizde bu hüküm mirastan mah rum kalmaktadır.

Bu değerlendirmelerden hafa'nın (kapalılığın) lafzın aslında olmadığını aksine lafzın cüzi, münferid olaylara tatbik edilmesi açısından sözkonusu olduğunu gör müş olduk.

                                      (İslam hukukunda suç ve ceza.Prof Muhammed Ebu Zehra s. 227-228-229)

 

                        _______ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM  _______

 

Şimdide bu usul ile Nisa 60. ayeti kerimesini inceleyelim.

 

"Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tâğut'a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tâğut'un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor."(Nisa,60)

 

Ayete bakacak olursak "Tağut'u red etmek ile emrolunmuşken" ifadesi Tağut'un red edilmesi hususunda açıktır.

Fakat bu ifade de Tağut kimdir?. Lafızdan anlayabiliyormuyuz? İzaha muhtaş değilmidir? Ayrıca hangi konular ona itaat sınırlarına girmektedir anlayabiliyormuyuz.

 

Şimdi red edilmesi gereken hususun ölçüsü, sınırı belirtilmişmidir  belirtilmemişmidir, kapalılık varmıdır yokmudur?

Bunu maddeler halinde inceleyelim inşaallah.

 

 

1) Nuzul Sebebi

   a) Munafığın Ka'ab'a Gitmesi

   b) Nadir ve Kurayza Yahudilerinden Müslüman ve Münafık  Olanların Birlikte Kahine Gitmesi                                   

2) Lafzın Kapsama Alanları ve Sınırları

 

                                       1) NUZUL SEBEBİ ___________

 

a) MÜNAFIĞIN  KA'AB'A GİTMESİNİ  DELİL  ALACAK OLURSAK.

Bu ayetin nuzül sebebi:

 

a) Yezid b, Zurey, Davud b. Ebi Hindden, o, es-Saden şöyle dediğini rivayet etmektedir: Münafıklardan bir kişi ile yahudi bir kişi arasında bir anlaşmazlık vardı. Yahudi, münafık olanı Peygamber sallallâhu aleyhi ve selleme gitmeye çağırdı. Çünkü o, Hz. Peygamberin rüşvet almayacağını biliyordu. Münafık ise, yahudiyi kendi hâkimlerinden birisine gitmeye davet etti. Çünkü o da, yahudi hâkimlerin hükümlerinde rüşvet kabul ettiklerini biliyordu. Bu hususta anlaşmazlığa düşmeleri sonucunda, nihayet Cüheyne kabilesine mensup bir kâhinin hükmüne başvurmak üzere anlaştılar. İşte bu hususta, yüce Allah: "Sana indrilen “münafık olanı kastediyor” ve senden önce indirilmiş olanlara” yahudiyi kastediyor “imân ettiklerini iddia edenleri görmezmisin? Kendisini inkâr etmekle  emrolundukları  halde tâğutun hükmüne başvurmak istiyorlar” buyruğundan itibaren, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça imân etmiş olmazlar” (en-Nisâ 4/65) buyruklarını indirdi.

İbn Abbas dedi ki: Bişr diye anılan münafıklardan bir kimse ile yahudi birisi arasında bir anlaşmazlık vardı. Yahudi: Haydi gel seninle Muhammede gidelim dediği halde, münafık olan da: Hayır, Kâb b. el-Eşref e gidelim, dedi. -İşte yüce Allahın “tağut yani, tuğyan eden kimse adını verdiği kişi budur. Ancak yahudi, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemden başkasının hükmüne başvurmayı kabul etmedi. Münafık durumu görünce, onunla beraber Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemin yanıma vardı. Hz. Peygamber de yahudinin lehine hüküm verdi Hz. Peygamberin yanindan çıktıkları vakit münafık; Ben bu hükme razı değilim, dedi. Haydi seninle Ebû Bekre gidelim. Hz. Ebû Bekir de yahudi Lehine hüküm verdi. Yine münafık buna razı gelmedi. Bunu da ez-Zeccâc zikretmiştir. Bu sefer dedi ki: Haydi seninle Ömere gidelim. Bunun üzerine Ömere gittiler. Yahudi dedi ki: Biz önce Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve selleme gittik, sonra Ebû Bekire gittik. Fakat bu bir türlü razı olmadı. Hz. Ömer, münafık olana: Bu durum dediği gibi midir diye sordu. münafık: Evet deyince, hz. Ömer: Ben yanınıza çıkıp gelinceye kadar burada durunuz, dedi, içeri girdi;kılıcını alıp çıktıktan sonra ölünceye kadar kılıcıyla münafığa vurmaya devam etti ve dedi ki: İşte ben Allahın ve Rasûlunün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm. Yahudi ise kaçıp gitti ve bu âyet-i kerime nazil oldu. (Kurtubi)

 

a-1)   O munafık ilk olarak Rasulullah (sas)'a gitmek istemedi. Bu bir.

Yahudinin ısrarı ile Rasulullah (sas) 'a gittiler.  Bu iki.

Rasulullah (sas')ın  hükmünü beğenmedi.  Bu üç

Daha sonra Ebu Bekr (ra)'e gittiler. Onun hükmünü'de beğenmedi.  Buda dört

Ve Ömer (ra)'a gittiler.  Buda beş

Nihayet Ömer (ra) munafığın boynunu vurdu.

 

a-2) O vakit de iki muhakeme vardı. Biri hak olan Rasulullah (sas)'ın muhakemesi, diğeride batıl mafyavari Ka'ab bin Eşref'in muhakemesi.

 

Bu nuzul sebebine bağlı olarak açıkladığımız iki hususta hafa (kapalılık) varmıdır? Yokmudur?

 

Nisa 60. ayeti kerimesindeki Tağut'u inkar emri kapsamına acaba Rasulullah (sas) 'ın hükmüne başvurp hükmünü beğenmeyerek diğer bir mahkemeye gitmekmi?

 

Yoksa kastedilen hak ve batıl olmak üzere iki mahkeme var iken hakkı bırakarak hatta hiç tenezzül etmeyerek direk batıla gitmekmidir?

 

Veyahut da İslam mahkemesinin olup olmaması farketmez, her halukarda Tağut'un mahkemesine hiçbir şekilde gidilmezmi?

 

Yada gitmeyiz onlar bizi zorla götürürse savunma yapa biliriz mi?

 

Yoksa ne gidebiliriz nede onlar zorla götürdüğü zaman orda savunma yapmayız mı?

Acaba bu şıklardan hangisine ayetin manası delalet etmektedir.

 

Bu şıkların birer kapalılık ve şüphe olduğunu red edebilirmisiniz?

 

Yani başka naslara bakmadan bunun ne anlama geldiğini anlayabilirmiyiz..? Nedersiniz..?

 

b) NADİR VE  KURAYZA YAHUDİLERİ ARASINDAKİ  EŞİTSİZLİĞİ  DELİL OLARAK ALIRSAK.

 

Yahudilerden bir grup müslüman olmuştu. Fakat onlardan bazısı münafık idi.

Cahiliye çağında Kureyza ve Nadir Kabilelerinin hareket tarzı şöyle idi:

Kureyzadan birisi Nadirli birisini öldürdüğü zaman, öldüren hem kısas ediliyor, hem de onun akrabalarından yüz "vesak"(ölçek) hurma alınıyordu.

 

Fakat Nadirli birisi Kureyzadan birisini öldürdüğünde, ona kısas uygulanmıyor, sadece altmış vesak hurma veriliyordu. Çünkü Nadiroğulları daha şerefli kabul ediliyordu.

 

Nadir’li ler Evs Kabilesinin müttefikleri, Kureyza ise Hazrec kabilesinin müttefikleri idiler.

 

Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye hicret edince, Nadir Kabilesinden birisi, bir Kureyzalıyı öldürdü. Derken taraflar bu hususta hasımlaştılar ve Nadiroğulları "Bize kısas uygulanamaz. Bize düşen daha önce de anlaştığımız gibi altmış ölçek hurmayı diyet olarak vermektir" dediler.

Hazrecliler "Fakat bu, cahiliyye hükmüdür. Biz-siz bugün kardeşiz. Dinimiz bir, aramızda bir üstünlük yok" dediler.

 

Nadiroğulları bunu kabul etmediler. İçlerindeki münafıklar, "Kâhin Ebu Burde el-Eslemî'ye gidelim" dediler. Müslüman (yahudiler de), "Hayır, Allah'ın Resulüne gidelim" dediler. Münafıklar diretince, aralarında hüküm vermesi için, Kâhin el-Eslemi'ye gittiler.

İşte bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu âyeti indirdi.

 

Hz. Peygamber (s.a.s), Kâhin Ebu Burde'yi İslâm'a davet etti. O da, bunu kabul edip müslüman oldu.

Bu, Süddi'nin sözüdür. Buna göre, âyette geçen "tâğut" kâhin olan el-Eslemî'dir.(Fahruddin Er-Razi – Tefsir’i kebir-c.8.s.120-121)

 

Aynı ayet’in  Taberi tefsirinde gelen nuzul sebebi ile alakalı rivayeti ise şu şekildedir

 

Suddî ise Evs ve Hazrec'in antlaşmalıları olan Nadîr oğulları yahudileri ile Kurayza oğulları yahudileri arasında bir öldürme hadisesinin diyeti konusundaki anlaşmazlık üzerine bu âyetin indiğini söylemiştir.

Suddî kavlinde hadise şöyle gelişmiştir: Yahudilerden bazı kimseler müslüman olurken diğer bazıları da münafıklık yapmaktaydılar.

 

Cahiliye devrinde Kurayza oğullarından birisi, Na dîr oğullarından birini öldürdüğünde karşılık olarak katil öldürüldüğü gibi üstü ne bir de yüz vesak hurma diyet olarak alınır;

 

Nadîr oğullarından birisi, Kurayza oğullarmdan birini öldürdüğünde ise karşılık olarak katilin öldürülmesi bir yana sadece 60 vesak hurma diyet verirlerdi.

 

Bunlardan Nadîr oğulları, araplardan Evs kabilesinin, Kurayza oğulları da Hazrec kabilesinin antlaşmalıları idiler.

 

(Hz. Peygamber (sa)'in Medine'ye gelişi ve bunlardan bazısının müslüman, bazısının münafık olduğu bu dönemde) Nadîr oğullarından birisi, Kurayza'dan birisini öldürdü ve bu konuda tartışmaya başladılar.

Nadîr oğulları: "Biz sizinle cahiliye devrinde katil sizden olduğu takdirde karşılık olarak öldürülmesi, bizden oldu ğunda sizin bu katili öldürmemeniz, her bir vesak 60 sâ' olmak üzere sizin diye tinizin 60 vesak, bizim diyetimizin (bize verilecek diyetin) ise 100 vesak olması konusunda anlaşmıştık. Biz size sadece bunu, yani 60 vesak diyeti veririz de diler.

Hazrecliler ise: "Bu, cahiliye devrinde yaptığınız bir şey idî. Çünkü o za man siz çok, biz ise azdık ve siz bize üstün gelmiştiniz.

Şimdi ise biz ve siz kar deşleriz" dinimiz ve dininiz birdir ve sizin bize bir üstünlüğünüz yok." dediler.

 

Münafıklar bu anlaşmazlık üzerine hakemliğine müracaat etmek üzere "Eslem kabilesinden Kâhin Ebu Burde'ye gidelim." dediler. Müslümanlar ise: "Hayır, tam tersine Hz. Peygamber'e gidelim." dediler. Münafıklar, Ebu Burde'ye git­mekte ayak dirediler de aralarında hakem olması ve hüküm vermesi için Ebu Burde'ye gittiler.

 Ebu Burde: "Lokmayı büyütün." diyerek verecekleri rüşveti artırmalarını istedi.

Onlarda dedilerki "Sana on vesak verelim."

"Hayır, diyetim 100 vesaktır; çünkü Kurayzalı lehine hüküm versem Nadîrli, Nadîrli lehine hüküm versem Kurayzalıların beni öldüreceklerinden korkarım." dedi.

O, yüz vesak rüşvette ısrar eder ken hüküm için gelenler de 10 vesakta direttiler de aralarında hüküm vermedi.

 

İşte bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi.

 

Hz. Peygamber Eslem kabilesinin kâhinini İslâm'a davet etti, o ise müslüman olmıyarak huzu rundan ayrılıp gitti.

Hz. Peygamber (sa), kâhinin müslüman olan iki oğluna: Babanıza yetişin, eğer filan geçidi öte geçerse bir daha asla müslüman olmaz." buyurdular.

Babaları, Hz. Peygamber (sa)'in işaret buyurduğu geçide varmadan peşinden yetiştiler, müslüman olması için onunla konuşmaya ve iknaya çalıştılar da bu çabaları semere verdi.

Geri dönüp geldi ve müslüman oldu.

Hz. Peygam ber (sa) Medine İçinde birisini çıkartıp "Ey ahali, haberiniz olsun Eslem'in kâ hini müslüman olmuştur." diye nida ettirdi, Taberî Tefsirindeki Suddî rivayetinde bu kâhin'in adı Ebu Berze olarak verilmektedir.(Taberi tefsiri c.3s.32-33)

 

Bu kıssada / hikayede de görüldüğü gibi hafa (kapalılık) içeren durumlar söz konusudur. Maddeler halinde inceleyelim.

 

b-1) Kendisine muhakeme olunmak istenilen kahine giden kimlerdir?

Bir an için şöyle düşünsek; Kahine gidenler müslümanlar ve münafıklarmıdır?

Yoksa sadece münafıklarmıdır?

Bu konuda lafızların siyakına sibakına bakılması usulünü çalıştırırsak konun akışından şu anlşılabilir; ihtilaf edenler içerisinde munafıklarda vardır, müslümanlarda vardır.

Dolayısıyla munafıkların ısrarıyla topluca kahin Burde'ye gittiler. Buna delalet eden manalar şunlardır.

 

"- İçlerindeki münafıklar, "Kâhin Ebu Burde el-Eslemî'ye gidelim" dediler. Müslüman (yahudiler de), "Hayır, Allah'ın Resulüne gidelim" dediler. Münafıklar diretince, aralarında hüküm vermesi için, Kâhin el-Eslemi'ye gittiler. " (Fahruddin Errazi -tefsir’i kebir)

 

- O zaman ki şartlar göz önünde bulundurulursa tarafların ikisininde mahkemeye gitmesi zaruridir. Çünkü birtarafın gitmesi, diğer tarafın gitmemesi ile alınan karara razı olunacak olsalaydı zaten başta kabul ederlerdi.

 

Veya iki tarafta orada olmasa idi kahin "Hayır, diyetim 100 vesaktır; çünkü Kurayzalı lehine hüküm versem Nadîrli, Nadîrli lehine hüküm versem Kurayzalılar beni öldürecekler." demezdi.

 

Bir başka boyuttan bakacak olursak bilindiği gibi o zamanki Eşref yada Burde Tağutlarının düzenli bir ordusu yoktu, dolayısıyla verdikleri hükmü uygulayacak güçleride yoktu.

 

 Bunuda Kahinin şu ifadesinden anlıyoruz;

"Hayır, diyetim 100 vesaktır; çünkü Kurayzalı lehine hüküm versem Nadîrli, Nadîrli lehine hüküm versem Kurayzalılar beni öldürecekler."

 

Neticede hükmü uygulacak gücü olmadığına göre, iki tarafında bu Tağut'un muhakemesine isteyerek gittikleri anlaşılabilir.

 

b-2) Kahin Tağut'una giden her iki grupta dinden çıkıp kafir olmuş iseler, niçin Rasulullah (sas) 'ın bu insanları tevbeye davet ettiği rivayeti bize ulaşmamıştır.

 

 Halbuki tefsirlerde ve İslam tarih kitaplarında Rasulullah (sas)'ın kahin Burde'yi tevbeye ve İslama davet ettiği rivayetleri vardır.

 "Hz. Peygamber (s.a.s), Kâhin Ebu Burde'yi İslâm'a davet etti. O da, bunu kabul edip müslüman oldu." Ama diğer o iki grup ile alakalı herhangi bir muamele (davet,ceza) tarafımızdan bilinmemektedir.

 

Nisa 60'ı tefsir eden Müfessirlerin ifadelerinde yukarıda hafa (kapalılık) veya şüphe olarak ortaya koyduğumuz meselelerin açıklığa kavuşturulmadığını görüyoruz.

Ama ifade ettiğimiz bu manaların mevcuduyetine işaret eden lafızlar mevcuttur.

Misalen bu konuda en keskin ve sert ifadeleri sarf eden İbn-i Kesir (ra)'dir.

İbn-i Kesir'in bu ifadelerini muhattabımızın yazısından nakledelim.

 

İbn-i Kesir ise şöyle demektedir; "Her kim mensuh (hükmü kaldırılmış) şeriatlara muhakeme olur, nebilerin sonuncusu Muhammed (sas) 'e inen şeriate muhakeme olmazsa, muhakkak kâfir olur.

Durum böyleyken İslam şeriatını terk ederek Yes'ak'a muhakeme olan, Yes'ak'ın kanunlarını İslam kanunlarından daha önde tutan kişinin durumu nasıl olur acaba? Bilinsinki böyle yapan kişi Müslümanların icmasıyla kâfirdir.

 

Dikkat edilirse İbn-i Kesir'in tekfir ettiği kişiler "... İslam şeriatını terk ederek Yes'ak'a muhakeme olan, Yes'ak'ın kanunlarını İslam kanunlarından daha önde tutan..." kişilerdir.

 

İşte en net ve sert açıklama budur. Buda yukarıdaki belirttiğimiz şu şüphelerin gölgesinde kalmıştır.

 

 

 

"a-1) O munafık ilk olarak Rasulullah (sas)'a gitmek istemedi bu bir.

 Yahudinin ısrarı ile Rasulullah (sas) 'a gittiler bu iki

ve Rasulullah (sas')ın  hükmünü beğenmedi bu üç

daha sonra Ebu Bekr (ra)'e gittiler Onun hükmünü'de beğenmedi buda dört

ve Ömer (ra)'a gittiler buda beş.

Nihayet Ömer (ra) munafığın boynunu vurdu.

 

a-2)

O vakit de iki muhakeme vardı. Biri hak olan Rasulullah (sas)'ın muhakemesi, diğeride batıl mafyavari Ka'ab bin Eşref'in muhakemesi."

 

İbn-i Kesir'in söz konusu fetvası yukarıda ki iki madde ile uyum arz etmektedir.

 

Çünkü Cengiz Han denen mel'un Alemi İslamı istila edip zabdurab altına aldığı zaman, müslümanların kendi aralarında Vali ve Kadı secmelerine musade etmişti. Yani ozaman biri islm diğeri küfür olmak üzere iki mahkeme verdı.

 

Dolayısıyla o zamanda  Yes'ak'a muhakeme olanlar açıkça İslam hükmünü beğenmedikleri için gidiyorlardı.

 

b-3)  Birde Fahruddin Errazi'nin açıklamasıda bu konuya getirilen bir şüphedir.

 "Hz. Peygamberin Hükmünden Kaçıp Tağuta Başvuranların Kafirliği ” 

 

Bu ifadeden murad şudur: Bazı kimseler, ehl-i tuğyandan (azgın kimselerden) bazısı huzurunda muhakeme olmayı istemiş,

Hz.  Muhammed (s.a.s)'in huzurunda muhakeme olmayı istememişlerdir.

Kâdî şöyle demiştir:"Tâğutların huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gibi; Hz. Muham med (s.a.s)'in hükmüne razıolmamanın ise bir küfür olması gerekir

                                                                  (Tefsir'i kebir c.8.s.121)

 

Öncelikle konu başlığına dikkat edelim. "Hz. Peygamberin Hükmünden Kaçıp Tağuta Başvuranların Kafirliği "

 

Ne diyor "Rasulullah (sas)'ın hükümünden kaçıpta..."  

 

"Kâdî şöyle demiştir: "Tâğutların huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gibi...;" burada gibi ifadesi ile bir benzetme vardır.

 

Bilindiği üzere benzetme bizzat benzetilen değil benzerliklerinin olduğunu ifade etmek için kullanılır.

Misal, "Ali arslan gibidir" Bu teşbihte Ali'nin dört ayaklı bir hayvan olduğumu ifade edilmektedir?

Yoksa arslan'a bazı yönlerden benzediğimi anlatılmak istenmektedir?

Tabiki benzerliği anlatılmaktadır. Arslan güçlüdür Ali'de güçlüdür. Aynen bu durum gibi kadı da bir benzetme yapmaktadır.

"Tâğutların huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gibi...;" olduğunu belirtmiştir.

 

İslam Hukuku Açısından Cehalet isimli  kitabının 405 nolu sayfasındaki satırlara bir göz atdığımızda.

 

Yazarın Muvafakat yazarı İmam Şatıbi nin eseri olan İtisamdan (c.2 s.245-246)’dan yaptığı alıntıyı aktararak şöyle dediğini görürüz

 

"Şüphesiz zatı envad edinmek, Allah'tan başka ilahlar edinmeğe benzer. Fakat bu bizzat edinmek demek değildir.

Bu nedenle açıklanana itibar etmek gerekmez.

Ta benzeri birşey, her yönüyle onu göstermedikçe.

 Vellahu alem."

 

Nisa 60. ayeti celilesindeki bu kapalılığın mevcuduyeti sabit olunca. Bunu açıklayabilmek için diğer naslara bakmamız zaruridir. Buda bize gösteriyor ki söz konusu ayetin hükme delaleti kat'i değildir. Neden? 

Muhkem siyakı (ifadesi) manaya açıkça delalet eden lafızdır. Muhkem, manasını ifâde etmede gayet açıktır ve ne te'vile ne de tahsise ihtimali yoktur.  

   ____ 2) LAFZIN KAPSAMA ALANLARI VE SINIRLARI_____

 

"Tâğut'a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tâğut'un önünde muhakemeleşmek istiyorlar."( Nisa 60) bu ifadedeki kapa-lılıklar.

a)     "Tâğut'un önünde muhakemeleşmek istiyorlar" ifadesinde kast edilen istek, islam şeriatine gidildikten sonra ortaya konulan bir istekmidir?

b)     İslam ve tağut mahkemesi olmak üzere iki mahkeme var iken islam mahkemesini bırakıpta tağuta gitmekmidir?

c)     Tağut'un mahkemesine zorla götürüldüğü zaman da hüküm aynımıdır?

d)     Zorla götürülenler savunma yapabilirmi?

e)     Tağutun mahkemesinden İslam'a uygun olan hükümler talep edilebilirmi?

f)        Tağutun verdiği İslami hükümleridemi tağut ile birlikte red edeceğiz?

       g) Tağutun mahkemesinden verilen hükme itiraz edip savunma yapanlara tağuttan ikinci bir hüküm talep ediyor denebilirmi?

İşte bu unsurların her biri başka naslar ile anlaşılabilen kapalılıklardır.

 

Kişinin kendisinin islam mahkemelerin istemeyerek, tağut'a başvurmasının,  dava açmasının küfür olduğu konusunda şüphemiz yoktur.

 

 Bunu diğer naslarla beraber ortaya koyabiliriz.

 

Ancak biz bu konuda bukadar bilgi vermekle yetinelim, teferruatlı bir bilgi edinmek isteyenler (Ehl-i Sünnet ve-l Cemaat'in) ilgili kitaplarına bakmalıdırlar.

 

Nisa 60 ile ilgili yapmış olduğumuz bu uzun açıklamanın özü şudur; Nisa 60 manaya delaleti kat'i değildir. Dolayısıyle muhkem değil hafi veye mücmeldir. Böylece sizin kat'i diyerek ortaya attığınız iddianızın, bu açıklamalarla hatalı olduğu kesin bir şekilde anlaşılmaktadır. Umarım bu husustaki cehaletinizde bertaraf olmuştur.

 

Yazınızın 21. sayfasında bize ve kardeşlerimize yapmış olduğunuz şu saldırınıza bir bakalım da gerçekten o tarifi edilen duruma kim düşmüştür görelim.

 

Yazınızdan bire bir nakil ile;

 

Fakat bugün durum tersine çevrilmiş, Kur'an-ı Kerim'den ve sünnetten haberdar olmadığı halde (cehaleti mazeret görmeyip de) cahil olanlar, birilerinin sözlerini delil alarak onları ahbar ve ruhban kılmaktadırlar. Yanıltanlar suçlu olduğu gibi kendilerinin yanılmasına izin verenlerde suçludur. Ve yüce Allah yanıltanları, yanılanlardan ayırmayıp ahirette onları birlikte cem edecektir.

 

Bu sözleri hak eden asıl kişiler sizlersiniz. Neden mi? Maddeler halinde sunalım.

1)     Nisa suresi 60. ayeti kerimesi muhkemdir dediniz hata yaptınız.

2)     Yusuf suresi hikayedir kıssadır akaidde delil olmaz dediniz, hata yaptınız.

3)     Hikaye ve kıssalar delil olmaz dediniz, aynı türden olan ayet ile delil getirmeye kalkıştınız, hata yaptınız.

4)     Hikaye ve kıssa türünden olan ayetlerin delil olduğunu isbat ettik. Böylece sizin sapan ve saptıran olduğunuzu gözler önüne serdik.

Rabbim merhamet buyursun da ayaklarımızı yolunda sabit kılsın inşaallah.

 

 

›

 

   Gelin Şimdi de Mahkemenin Tarifine Bir Bakalım

 

Mahkeme (Muhakeme);Lugatta hüküm verilen dâvâların görülüp, hükme (karâra) bağlandığı yer, olarak tarif edilimektedir 

Bu tariftende anlaşıldığı gibi mahkeme hüküm verilen yerdir. Hükümde "Bir dâvâ, bir mes'ele, bir kişi hakkında verilen karar, emir." dir.

Yûsuf (as) elçiye rabbine dön dedikten sonra ne oldu? Kral (Reyyan) tahkikat başlatıp delilleri toplatmadımı?, şahitleri bir araya toplayıp onları dinlemedimi?, nihayet suçlananı da dinledi, sonuç olarak Zeliha'nın suçlu olduğuna karar verdi veya Zeliha suçunu itiraf etti ve Zeliha muhattabımızın söyleminin tersine  cezaya çarptırıldı. (bknz; risale 12)

 

Muhatabımızın söylemiyle Yûsuf (as) af olundu. Muhatabın kanaatine göre Tağut'a başvuru sonucunda ceza çıkar ise caiz değil, bir ceza çıkmaz ise caiz olduğu manası çıkmaktadır.

 

Halbuki Tağuta muhakeme olmanın ve buna başvurmanın kendisi küfürdür. Sonucunda ceza verilip verilmemesi önemli değildir.

 

Velevki şikayet dilekçesi savcılıkta red edilse dahi, bu dilekçeyi veren kişi tağut'tan hüküm talebetmiş olur, ki buda tevhidi bozan bir unsurdur.

 

Burada şunu ifade etmekte fayda var; Yûsuf (as) ilk olarak kendisi dava açmamıştır. Kendisine açılmış davada savunma yapmıştır. Bu dava sürecini ve gelişmelerini İmam Kurtubinin tefsiri ışığında baştan sona inceliyelim inşaallah.

 

 

 

a)     Yûsuf (as)'un İlk Mahkeme Edilişi;

 

Evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murad almak istedi, kapıları iyice kapattı ve "Haydi gel!" dedi.

 

O da" (Hâşâ), Allah'a sığınırım! Zira kocanız benim velinimetimdir, bana güzel davrandı. Gerçek şu ki, zalimler iflah olmaz!" dedi. (Yûsuf, 23)

 

İkisi de kapıya doğru koştular. Kadın onun gömleğini arkadan yırttı. Kapının yanında onun kocasına rastladılar.

 

Kadın dedi ki: Senin ailene kötülük etmek isteyenin cezası, zindana atılmaktan veya elem verici bir işkenceden başka ne olabilir! (Yûsuf, 25)

 

Yûsuf: "Asıl kendisi benim nefsimden murad almak istedi" dedi.

 

Kadının akrabasından biri şöyle şahitlik etti: "Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, bu ise yalancılardandır." (Yûsuf, 26)

 

"Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir. Bu ise doğru söyleyenlerdendir." (Yûsuf, 27)

 

 (Kocası, Yûsuf'un gömleğinin) arkadan yırtılmış olduğunu görünce, (kadına): "Şüphesiz, dedi; bu, sizin tuzağınızdır. Sizin tuzağınız gerçekten büyüktür." (Yûsuf, 28)

 

 "Ey Yûsuf! Sen bundan (olanları söylemekten) vazgeç! (Ey kadın!) Sen de günahının affını dile! Çünkü sen günahkârlardan oldun" (Yûsuf, 29)

 

Ayetlerden de anlaşıldığı gibi bu muhakeme Zeliha tarafından Yûsuf (as)'un istemi dışında başlatılmıştır.

İmam Kurtubinin tefsirinde bu hususla ilgili olarak gelen açıklamalarda;

 

 

 

"Kadının Yakınlarından Şahitlik Eden Kişi:

 

"Kadının yakınlarından bir şahit de şöyle şahitlik etti..." buyruğunda-ki şahitliğin sebebi;

 

iki tarafın söyledikleri birbiriyle çelişince, hükümdarın kimin doğru, kimin yalan söylediğini bilmek için şahide ihtiyaç duymasıy dı.

O bakımdan kadının yakınlarından birisi şahitlik etti. Yani onun yakın larından bir hakim hüküm verdi. Çünkü söyledikleri bir hükümdü, bir şahit lik değildi. Bu şahidin kimliği hususunda dört farklı görüş ileri sürülmüştür.

1- Bu, beşikte konuşan bir çocuktur.

2- Şahit gömleğin yırtılmasıdır.

3- Tanıklık eden bu kişi insan da cin de olmayan Allah'ın bir yaratığıdır.

4- Tanıklık eden bu kişi, hikmet sahibi ve akıllı bir adamdır.

 

Alâmetlere Dayanarak Hüküm Vermek:

Eğer bizler şahitlikte bulunan kimsenin küçük bir çocuk olduğunu kabul edecek olursak, -daha önce zikrettiğimiz gibi- bunda emarelere göre amel edişe delil olacak bir taraf olmaz.

Şayet şahitlikte bulunan bu kişi eğer bir adam ise, o takdirde lugata ve pek çok konuda alâmete dayanarak hüküm verilebileceğine dair delil olabilir."

 

b)     İkinci Muhakeme;

 

Kadın, onların dedikodusunu duyunca, onlara dâvetçi gönderdi; onlar için dayanacak yastıklar hazırladı.

 

Herbirine bir bıçak verdi. (Kadınlar meyveleri soyarken Yûsuf’a): "Çık karşılarına!" dedi.

 

Kadınlar onu görünce, onun büyüklüğünü anladılar. (Şaşkınlıklarından) ellerini kestiler ve dediler ki:

 

Hâşâ Rabbimiz! Bu bir beşer değil... Bu ancak üstün bir melektir! (Yûsuf, 31)

 

Zeliha hile ile Yûsuf(as)'u kadınlara gösterir. Olayların içeriği hakkında onlara bilgi verir.

 

Kadın dedi ki: İşte hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Ben onun nefsinden murad almak istedim.

Fakat o, (bundan) şiddetle sakındı.

 

Andolsun, eğer o kendisine emredeceğimi yapmazsa mutlaka zindana atılacak ve elbette sürünenlerden olacaktır!(Yûsuf, 32)

 

(Yûsuf:)Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve cahillerden olurum! dedi. (Yûsuf, 33)

 

Rabbi onun duasını kabul etti ve onların hilesini uzaklaştırdı. Çünkü O çok iyi işiten, pek iyi bilendir. (Yûsuf, 34)

 

Sonunda (aziz ve arkadaşları) kesin delilleri görmelerine rağmen (halkın dedikodusunu kesmek için) onu bir zamana kadar zindana atmaları kendilerine uygun göründü. (Yûsuf, 35)

 

Nihayet Zeliha çeşitli hileler ile Yûsuf (as)'u zindana attırıyor. Zeliha ve Kocası Vezir Aziz (kralın yardımcısı) yani bir alt kurumundaki şahıs ,onun tutuklanmasına hüküm veriyor.

 

Bu noktada dikkatinizi şu meseleye çekmek istiyoruz.

Bilindiği üzere tağut kendi heva ve hevesinden istek ve arzusu doğrultusunda karar veren kişi ve otoritedir.

Durum böyle olunca Zeliha'nın hevasına dayanarak verdiği hüküm’e göre Yûsuf (as) suçlu idi ve bunun için cezasını çekmeliydi.

Günümüz gayri meşru sistemleride hevalarından hükümler icad eder ki onlara göre müslüman olan ve hakkı haykıran tevhid erleri muvahhidler suçludur. Zeliha ve avanelerinin çarpık zihniyeti bugünde bu çarpık sistemlerde mevcuttur. Bundan dolayıdır ki şöyle birşey düşünülemez;

 

"Efendim Yûsuf suçsuzdu onun için suçsuzluğunun araştırılmasını istedi.Ama müslümanlar olarak bizler suçluyuz dolayısıyla tağuta suçsuzluğumuzu araştırın diyemeyiz."

 Bu tür bir anlayışta da Allah azze ve cellenin değil, tağut'un hükmüne itibar etme zihniyeti vardır.

Çünkü indallah bizde suçsuzuz.

Allah katında tevhid eri olmak, Yûsuf (as) gibi takvalı bir muvahhid olmak haktır ve bir emirdir. Zeliha ve avanelerinin durumundaki kişi ve kurumlar ise suçludur.

 

Yine İmam-ı Kurtubi'den;

 

"Eğer Sen bunların tuzaklarını benden savmazsan" yani bu kadınların tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan...

 

Kendisini gören kadınların tuzakları diye de açıklanmıştır.

Çünkü kadın lar ona Aziz'in karısına itaat etmesini emretmiş ve ona şöyle demişti:

Bu ka dın mazlumdur ve sen de ona zulmettin.

 

Bir diğer açıklamada da şöyle denilmiştir: Aziz'in karısı için ona nasihat te bulunmak üzere herbirisi Hz. Yûsuf'la başbaşa kalmak istedi.

Bundan mak sat ise kadına belki isteğini kabul eder diye yardımcı olmasını istemek idi. Ancak herbirisi tek başına onunla başbaşa kalınca Hz. Yûsuf'a Ey Yûsuf! Be nim ihtiyacımı gör, ben senin için efendinden daha iyiyim, demeye koyula rak, ayrı ayrı onu kendisinden murad almağa çağırıyor ve ayağını kaydırma ya gayret ediyorlardı.

Bunun üzerine Hz. Yûsuf: Rabbim, önceleri bir taney di, şimdi bir topluluk oldular, dedi.(Yusufuf, 35)

Sonra bütün delilleri gördükleri halde yine de onu bir süreye kadar zindana atmak, kendilerine uygun göründü.

 

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

 

 

 

 

 

 

 

1- Hz. Yûsuf a Dair Görüşler:

 

"Sonra" Mısır Aziz'i ve onun danışmanları "bütün delilleri gördükleri hal de..."Hz.Yûsuf’un suçsuzluğunu, gömleğinin arkadan yırtılmasını, kadının ya kınlarından şahidin şahitlik etmesini, kadınların ellerini kesmelerini ve Hz. Yû suf ile karşılaşmaları sırasındaki dirençsizliklerini, gibi alametleri gördükten son ra, herkesin arasında bu olayın yaygınlık kazanmaması, buna engel oluna rak gizlenmesi için onu hapsetmeyi uygun gördüler.

 

2- Hz. Yûsuf un Hapsedilmesi:

 

Es-Süddî dedi ki; Hz. Yûsuf'un hapse atılmasının sebebi Aziz'in karısının Hz. Yûsuf’u kendisini teşhir edip, durumunu yaygınlaştırarak küçük düşür mesi ihtimalinden şikayetçi olmasıdır. Bu açıklamaya göre "onlarca" lafzındaki za mir hükümdara aittir.

 

3- Hz. Yûsuf’a Süreli Hapis:

 

"Bir süreye kadar" buyruğu "belirsiz bir süreye kadar" demektir.

Bu açıklamayı pek çok müfessir yapmıştır.

İbn-i Abbas der ki: Şehirde yaygınlık kazanmış olan haber kesilinceye kadar, demektir.

Said b. Cübeyr de altı aya kadar diye açıklamıştır.

El-Kiyâ'nın naklettiği ne göre; o bu ifade ile üç aylık bir süreyi kastetmiş di.

İkrime ise dokuz yıl lık bir süre, el-Kelbî beş yıl, Mukatil de yedi yıllık bir süre kastetmişti, de mişlerdir.

Bakara Sûresi'nde; "Bir süre" kelimesi ve onun ile ilgili hü kümlere dair açıklamalar (el-Bakara 2/36. âyet 6. başlıkta) geçmiş bulunmak tadır.

 

4- Zina Îçin Hapis Tehdidi İkrah Sayılır Mı?

 

Yûsuf (a.s) hapse atılmak tehdidi ile zina etmek için zorlandı,

Beş yıl ha piste kaldığı halde mevkinin büyüklüğü ve şerefinin üstünlüğü dolayısıyla böyle bir şeye razı olmadı.

 

 

 

c) Yûsuf (as)'un Tağut'a Haber Göndermesi;

 

"Onlardan, kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki: Beni efendinin yanında an, (umulur ki beni çıkarır). Fakat şeytan ona, efendisine anmayı unutturdu. Dolayısıyla (Yûsuf), birkaç sene daha zindanda kaldı." (Yûsuf, 42)

 

Sizce burada gönderilen haberin nitelik derecesi nedir?

Ben iyiyim, rahatım, söyleyin beni merak etmesin mi? diyor.

 

Yoksa benim temiz kişilerden olduğumu anlasın ve benim tahliye edilmeme karar versin mi? diyor.

 

Her akıl sahibinin bunun ikinci şık olduğuna kanaat getireceği bir gerçektir.

 

Dikkat edin Yûsuf (as) Tağutlar'ın kanunlarının kendisiyle ilgili olan hüküm yada mahkemelerine bakmaksızın, Allah'ın şeriatını ve suçsuzluğunu savunuyordu.

 

Bizde burada Allah'ın (azze ve celle) şeriatı gereğince suçsuzuz. Bu suçsuzluğumuzun onlarca bilinmesini istiyoruz.

 

d)     Yûsuf (as)'ın Bir Üst Merciden, Bir Alt Merci ve Bu Merciinin Hükmünün Soruşturulmasını İstemesi;

      

(Adam bu yorumu getirince) kral dedi ki: "Onu bana getirin!" Elçi, Yûsufa geldiği zaman, (Yûsuf) dedi ki: "Efendine dön de ona:Ellerini kesen o kadınların zoru neydi? diye sor. Şüphesiz benim Rabbim onların hilesini çok iyi bilir.  (Yûsuf, 50)

 

Ayettede açık olarak görüldüğü üzere, Yûsuf (as) kendisi tarafından başlatılmamış olan, muhatabında tarifiyle kendisini tutuklayan otoriteye (vezir) değilde bir üst otorite olan (kral) tarafından eksik hüküm verilerek (yani suçsuzluğunun isbatı ile değilde, muhatabında belirttiği gibi ruya tabirine binaen af edilme ile) sonuçlandırılmak istenen mahkemenin kararını, red ederek (buradaki reddetme hapisten çıkmamaktır) hakkın hükmünün kral ve yandaşlarınca bilinmesini talebetmiştir.

"Efendine dön de ona: Ellerini kesen o kadınların zoru neydi? diye sor".

Burada Yusuf(as)'ın Kraldan, Zeliha ve avanesini toplayarak, meseleyi tahkik etmesini ve araştırarak, delillerin toplanıp suçlunun ve suçsuzun kim olduğunun ortaya çıkarılmasını taleb etmektedir.

 

Yoksa sizin anlayışınıza göre yusuf (as) o kadınların halini sor derken, bıçak keskinmiydi? Çok acıdımı? Hala acıyormu? Yaraları iyi oldumu? diyemi soruyordu.

Bunun mahkeme olduğunu ve kralında tağut olduğunu anlamamak kıt akıllılıktır. Lütfen gelecek olan delilleri daha dikkatli okuyun.

 

 Buna dair tefsir alimlerinin açıklamalarına bakalım.

 

Kralın Kadınları Toplaması Bir Mahkemedir

 

Kurtubiden nakilleri ile açıklayalım.

 

"Kadının Yakınlarından Şahitlik Eden Kişi:

Kadının yakınlarından bir şahit de şöyle şahitlik etti..." buyruğundaki şahitliğin sebebi; iki tarafın söyledikleri birbiriyle çelişince, hükümdarın kimin doğru, kimin yalan söylediğini bilmek için şahide ihtiyaç duymasıy dı.

O bakımdan kadının yakınlarından birisi şahitlik etti. Yani onun yakın larından bir hakim hüküm verdi. Çünkü söyledikleri bir hükümdü, bir şahit lik değildi."

 

Yusuf 50. ayeti kerimedeki bahsi geçen kadınları, tefsirlerdeki ifade ile şahitliklerinin dinlenmesi için, sorgu için, kralda meseleyi daha iyi öğrenmek için çağırttı, nihayet bu şahitlikde bir hükümdü.

 

Hükm (Hüküm): Bir dâvâ, bir mes'ele, bir kişi hakkında verilen karar, emir.

Allahü teâlânın mü'minler hakkındaki hükmüne hayret ettim. Ona genişlik taktîr eder ve kulu buna râzı olursa, kulun hakkında hayırlı olur. Şâyet darlık ile hükmeder de yine kulu bunarâzı olursa, bu da hakkında hayırlıdır. (Hadîs- i şerîf-Sahîh-i Müslim)

Ayette Allah azze ve celle;

"Allah'ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a pay ayırıp zanlarınca, bu Allah'a, bu da ortaklarımıza (putlarımıza) dediler. Ortakları için ayrılan Allah'a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar?"Buyurulmaktadır.

Bu ayettin siyakı (ifadesi)'ında  mahkeme anlamına gelen hiçbir mana yoktur.

Buna rağmen Allah azze ve celle onların buyuruğunda bu müşriklerin "Ne kötü hüküm veriyorlar?" diyerek kötü hüküm verdiklerini bizlere haber veriyor.

Buradan açıkça anlaşılıyorki hüküm ;Kişinin veya kişilerin, kişi veya kişliler hakkında oluşturduğu düşüncesi / kanaatıdır.

 

Hükmü iki kısıma ayırmak mümkündür. Mahkeme kararıyla verilen hükümler, mahkeme etmeden verilen hükümler. Hangi kısma girer ise girsin Yûsuf (as)'ın isteğinin sonunda çıkan karar bir hükümdür.

 

"Eğer Sen bunların tuzaklarını benden savmazsan" yani bu kadınların tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan... (Yûsuf, 35)

Kendisini gören kadınların tuzakları diye de açıklanmıştır.

Çünkü kadın lar ona Aziz'in karısına itaat etmesini emretmiş ve ona şöyle demişti: Bu ka dın mazlumdur ve sen de ona zulmettin.

 

Bir diğer açıklamada da şöyle denilmiştir: Aziz'in karısı için ona nasihat te bulunmak üzere herbirisi Hz. Yûsuf'la başbaşa kalmak istedi. Bundan mak sat ise kadına belki isteğini kabul eder diye yardımcı olmasını istemek idi. Ancak herbirisi tek başına onunla başbaşa kalınca Hz. Yûsuf'a Ey Yûsuf! Be nim ihtiyacımı gör, ben senin için efendinden daha iyiyim, demeye koyula rak, ayrı ayrı onu kendisinden murad almağa çağırıyor ve ayağını kaydırma ya gayret ediyorlardı. Bunun üzerine Hz. Yûsuf: Rabbim, önceleri bir taney di, şimdi bir topluluk oldular, dedi.

 

"Sonra" Mısır Aziz'i ve onun danışmanları "bütün delilleri gördükleri hal de..." Hz. Yûsuf’un suçsuzluğunu, gömleğinin arkadan yırtılması, kadının ya kınlarından şahidin şahitlik etmesi, kadınların ellerini kesmeleri ve Hz. Yû suf ile karşılaşmaları sırasındaki dirençsizlikleri gibi alametleri gördükten son ra, herkesin arasında bu olayın yaygınlık kazanmaması, buna engel oluna rak gizlenmesi için onu hapsetmeyi uygun gördüler."(Kurtubi)

 

Bir mahkeme olduğu ortadadır ve Zelihanın cezalandırıldığıda ortadadır. Muhatab ne kadar da kendince o / onlar cezalandırılmamıştır (bknz shf 12) diye iddiasında inat etsede, biz gelin bunu büyük alimlerimizin açıklama ve beyanlarından öğrenelim.

 

Ceza; Ceza dünyada uygulanabilenler ve ahirette uygulanılabilenler diye iki ksısma ayrılır.

Dünyada uygulanılabilenler kat'i delilleri ile isbat edilebilenlerdir. Bunlarda hadler, kısaslar ve ta'zirler olmak üzere üç kısımdır. Hadler Allah hakkıdır, kısaslar da kul hakkıdır, ta'zirler de imamın hakkıdır.

Bu bağlamda Zeliha'nın ayıplarının ifşa edilmesi Ta'zir cezasıyla örtüşmektedir. Bazan imamın azarlamasıda cezadır.

 

Bu konu ile alakalı olarak

Muhammed Ebu Zehra  –Suç  Ve Ceza - da şöyle diyor;

 

"Ta'zir cezası zaman zaman, belirlenmiş cezaların da ötesine geçe bilmekte ve bazen de azarlama sınırına kadar inmektedir. Hatta bazı zamanlar suç lunun sadece duruşmaya kadar getirilmesi seviyesine inmektedir.

İşte bu iki sınır arasında ceza için birçok dereceler vardır. Çoğunluk fıkıh bilginleri eğer başka yol kalmamış ise- ta'zir maksadı ile ölüm cezasının verilebileeğini ifade etmişlerdir. Bu nu şu durumda öngörmüşlerdir: Bir kişinin sebep olduğu fesat herkese zarar ver meye başlamış ise, suçlu kötülüğüne bir türlü son vermiyorsa ve bu suçu durmadan tekrarlayıp duruyorsa bu takdirde ölüm cezasının verilmesi caizdir, İmam Malik'ten cezası öldürülme olan suçlar olduğunu ifade ettiği rivayet edilmiştir. Aynı fetva imamların çoklarından da rivayet olunmuştur. Gerçekten bu fetvanın sünnette dayanağı vardır. Sahih-i Müslim'de rivayet olun duğuna göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"İleride kötülük ve fesatlar ola caktır. Birlik içinde bulunan bu ümmetin bütünlüğünü herkim bozmayı isterse -kim olursa olsun- kılıçla (başını) vurun."  (Muhammed Ebu Zehra İslamda Suç ve Ceza c;1S.111.Ta'zir Suçları 121 nolu madde)

 

Bu açıklamalardan da anlaşıldıki hükümdarın mahkemeye çağırmasıda cezalandırma şekillerinden biridir.

Zeliha da en azından bu cezayı çekmiştir.

Kaldıki Yusu(as)'a meyletme ve iftira atma fiilini Zeliha'nın yaptığı umuma ifşaa edilmiştir.

Buda bir insan için hele hele bir kadın için çok büyük bir cezadır.

 

            Allahu alem cezanın ne demek olduğunu bilmediğinizden bu hataya düşmüşsünüz, düzeltin inşa'allah.

 

İddia

Muhattabımız alt mahkemenin kararına itiraz etmek, alt mahkemeyi beyenmeyerek üst mahkemeye gitmektir diyor.

Cevab

Bizde diyoruz ki. Mahkemede karar verenlerin kararlarına itiraz hakkı var iken itiraz etmemek o mahkemeyi kabul anlamına gelir. Sukut ikrardandır, biz sessizliğimizi bozup onların batıl hükmünü haykırırcasına red ederiz. Biz müslümanız, müslüman gibi oturur, müslüman gibi düşünür,  müslüman gibi konuşur, kafir gibi düşünüp, müslüman gibi konuşmayız. Bizde bu sebepten dolayı madem ki itiraz etme hakkımız var. Yusuf (as)'da yapmış, bizde yaparız.

Bir fıkhi kaide; Hükümler maksadlara göredir.

Bizim maksadımızda Tağut'u red etmektir. Bunu yaparken de ne zahiren, ne batınen küfre yaklaşmayız. Küfrü gerektiren el-faz ve ef-alleri işlemeyiz.

Yukarıda dedik ya müslüman gibi düşünür, müslüman gibi konuşuruz, muhattabımız müslüman gibi konuşup gayri müslim gibi düşünüyor. Sürekli olarak onların batıl hukukunun bağlayıcılığından bahsediyor.Tekrarlıyorum ey akıl sahipleri Yusuf (as)' a dava açan ve tutuklayan tağutlar'dır. Yusuf (as)'ı affederek davayı kapatmak isteyende tağutlardır. Ama Yusuf(as) onların bueksik hükmünü red ederek, olayın üzerine gitti, taki suçsuz olduğu ortaya çıksın.

 

İddia

Bizim Yusuf suresi ile Nisa suresinin ilgili ayetini uzlaştırdığımız ve vardığımız sonuca batıl kıyas diyorsunuz.

 

Cevap

Bu mesnetsiz iddianızı da usul ile cevaplayalım inşaallah.

 

NASLARIN UZLAŞTIRLMASI

Zahirinde Çelişkili  Varmış Gibi Görünen Nasların Hükme Delalet Yönünden  Uzlaştırılması

 

Misal:

Kim bir mümini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır. (Nisa 93)

Bu ayetin zahirinde mü'mini öldüren kişinin mü'min olmadığı anlaşılıyor. Çünkü ebedi cehennemde kalacak olan kişiler mü'min olamazlar.

Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever.(Huccurat, 9)

 

Bu ayette görüldüğü üzere "Eğer mü'minlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa" diye başlamaktadır. Buda savaşanların mü'min olduklarını göstermektedir. Bu iki ayetteki tearruz ve çelişki gibi görünen hususlar alimler tarafından şu şekilde uzlaştırılmıştır; Birinci ayete göre müslümanı katletmeyi caiz gören kafirdir ve ebedi cehennemdedir.

Ama ikinci ayette caiz görmeyerek bir sebebe binaen öldüren (Örnek; Ali(ra)'ın Muaviye (ra) ile olan savaşları. İki tarafta mü'min kimseler olmasına rağmen birbirlerini üldürmüşlerdi.) tekfir edilmemektedir.

İşte çelişkili gibi görünen naslar bu şekilde uzlaştırılır.

Bizde Nisa 60 ve Yûsuf  50,51,52 ayeti celilerini bu şekilde uzlaştırdık. Bunun ile ilgili olarak İmam Tahavinin Şerhu Meani'l Asar isimli esrinde geniş bilgi edinebilirsiniz.


 

 

             ___________  DÖRDÜNCÜ BÖLÜM  __________

 

Şimdi de bu konu ile alakalı en açık, en net delillerden bir kaçını da İMAM  MUHAMMED ‘ten verelim inşaallah.

 

Bilindiği gibi İMAM MUHAMMED , İMAM’I AZAM  EBU HANİFE‘nin İMAMEYN ismi ile meşhur olmuş en başarılı öğrencilerinden birtanesi olan ve ilmi ile övülmeye ihtiyacı olmayan MÜCTEHİT makımında olan bir şahsiyettir.

 

Ve sizlere burada sunacağımız deliller onun en müstesna eserlerinden biri olan “SİYER’İ  KEBİR” isimli eserinden olacaktır.

 

İzah:Bu ve buna benzer meselelerde fazla bilgisi olmayan kardeşlerin her hangi bir yanlış anlamalarına sebebiyet vermemek için birkaç şeyi ifade etmekte fayda görüyorum.

 

Bir müslümanın yaşadığı topraklar islamla yönetilmiyor olabilir (günümüzde olduğu gibi), böyle olan yerlerde müslümanlar bir tür eman ile hayatlarını sürdürürler.

Bu eman yönetimle (otorite ile) kişi arasındaki bir çeşit anlaşmadır.

 

Günümüzde ise bu eman şekli ni vatandaşlık yada turist lik olarak örneklendirebiliriz.

Bir ülkenin vatandaşı olmak veya o ülkeye geçici bir süreliğine gitmek (turist gibi) o ülkenin inancını, itikadını kabul etmeyi gerektirmez.

Zamanımızda ki azınlık olanların ( yahudi-hıristiyan-ermeni) v.b. kesimlerini konuya açıklık getirmesi açısından örnek olarak verebiliriz.

Size bu emanı veren devlet, kendi kanunlarına göre suç olan her hangi  bir zulme yada haksızlığa uğradığınızda, otoritesini kullanarak size içine düştüğünüz durumdan kurtulmanız için yardım eder.

Aynı devlet bunun tersi bir durumdada yine otoritesini kullanarak sizi cezalandırır.

Delil olarak sunacağımız fetvalarda  geçen “Krallarının kanunları”n dan kasıt o ülkenin ana yasasıdır.

Daha öncede geçtiği gibi Hz.Peygamber ve Hz Ebu bekir (a.s.) yaşadıkları Mekke devletinin kanunlarından faydalanmışlardır.

 

Günümüzde devletler bu emanın kapsamında olmanın bir isbatı bir sembolü olduğundan vatandaşlarına kimlik, ziyaretçisi olan misafir  insanlara da pasaport  sormaktadır.

Sorulan belgeler sizde var ise emendan faydalanma hakkınız var demektir.

 

İnşaallah İmam Muhammed ‘ten verilen fetvaları bu izah ışığında değerlendirelim…

                               _

 

3478 - İmam muhammed dediki:

Müslüman biri eman ile darü’lharb’e girer ve harb ehlinden biri o müslümanın malını gasp ederse, sonra da müslüman yahut zımmi olurlarsa bakılır ;

Krallarının hükmüne göre, malı gasb edilen kişi ister eman sahibi, ister müslüman, ister düşman biri olsun gasp,mülkiyete geçirmenin sebeplerinden ise, müslümanın gasp edilmiş malında her hangibir hakkı kalmaz.

 

(Açıklama):Çünkü gasp edenin gasp ettiği o malı mülkiyetine geçirmesi,

 Krallarının kanunları gereği gerçekleşmiştir.

“O ülkenin hakimi krallarıdır ve orada onun hükümleri grçerlidir.”

Ona göre harb ehlinden olan kişinin darü’l islamda gasp edip mülkiyetine geçirdiği ile darü’l harpte gasp ettiğinin hükümleri aynıdır.

 

3479 – Krallarının kanununa göre o malın sahibine iade edilmesi gerekiyorsa ve henüz muhakeme olmadan o ülke halkı islamı kabul edecek olursa o mal , eman altındakine iade edilir.

 

(Açıklama):Çünkü gasp edenin o mala sahip oluşu henüz gerçekleşmemiştir ve krallarının kanununa göre yaptığı şey yasak bir iştir.Bir önceki durumda ise krallarının kanununa göre yaptığı geçerli bir iş idi  (siyer’i kebir c.4 s.251)

 

 

3480 – Şayet bu konudaki kanunların ne olduğu bilinemiyorsa mal eman altında olan müslüman’a iade edilir.

 

(Açıklama):Çünkü o malın mülkiyetinin o müslüman’a ait olduğu bilinmektedir ve mülkiyetin sebebi de ona aittir.Ayrıca biliyoruz ki gasp etmek bi zatihi (aslında) mülkiyete sebep değildir.Her hangibir ülke kanunlarının bunun aksi olmadığı bilinmedikçe geçerli olan, gaspın mülk edinmenin yollarından biri olmadığıdır.

 

3481 – Krallarına başvurup muhakeme olmuşlarsa ve mahkeme esnasında gasp eden kişi , o malı gasp ettiğini inkar ederek bu benim malımdır derse. Mahkeme de, mal sahibi olan müslüman delil getirinceye kadar o malın gasp edenin elinde kalmasına hükmederse, sonra da o ülke halkı islama girerse o mal gasp edene ait olur.

 

(Açıklama):Çünkü mahkemelerin kararı ile gasp eden kişi, mala sahip olmuştur

 

3482 – Ama müslüman delilini getirmiş ve mahkeme, o malı gasp edenin elinden alarak kendisine teslim etmişse, o mal müşlümanın olur ve ondan beşte bir payı alınmaz.

 

(Açıklama):Çünkü hakimin hükmü ile o malı okişinin mülkiyetine iade etmiştir ve o malın onun mülkiyetinden çıkışıda buna benzer bir sebepten dolayıdır.Çünkü bir şey benzeriyle fesh edilirAyrıca müslüman o malı aldığında onu eline geçirmiş ve hakimlerinin hükmü ile de bu ele geçirmesi pekişerek onun mülkü olmuştur.Bu sebeple de onda beşte bir pay yoktur.Çünkü beşte bir payı, ancak dini yüceltmek gibi bir sebeple elde edilen malda söz konusu olur.

 

3483 – Yine eman eltındaki bir müslüman, onlardan herhangi birinin mülkü olan bir kölenin batıl bir yolla kendisine ait olduğunu iddia edip buna dair düzmece bir delil getirse ve kralları da o köleyi alıp onu eman altında olan müslümana teslim etse, sonrada o ülke halkı islama girecek olsa, krallarının hükmü sebebiyle o köle, eman altındaki müslümanın mülkü olur, ama bu müslümanın o köleyi asıl sahibine iade etmesi daha uygun olur.

(Açıklama):Çünkü bu, müslümandan kaynaklanan bir aldatmacadır ve şuna benzemektedir:Bir müslüman eman ile darü’l harbe girip onlardan birinin malını gizlice alıp islam ülkesine getirecek olsa, onu geri iade etmesi fetva gereğidir.Çünkü kendisine verilmiş olan emana ihanet etmiştir.

 

3484 – İmam Muhammed derki:Şayet o ülke müslümanlarla antlaşma yapmışsa, müslüman hakim o malı alır ve sahibine iade eder .

 

(Açıklama):Çünkü bu, müslümanların emanına ihanettir.Bir önceki fıkra da anlatılan durumda geri vermesi için zorlanmadığı halde bu durumda onu iade etmesi için zorlanır.

 

3485 – Buna göre eman altındaki bir müslüman onlardan birinin malını gasp etse ve mahkemeye gittiklerinde o malı gasp ettiğini inkar ederek:”Bu benim malımdır “ derse, hakim de malı gasp edilmiş kişiye “sen delilini getirene kadar malı müslümana veriyorum” derse sonrada o ülke halkı islamı kabul edecek olsa, o mal müslümanın olur, ama fetva gereği o malı iade etmesi gerekir.Yani malı geri vermesinin daha uygun olacağı söylenir, fakat geri vermesi için zorlanamaz. Ancak müslümanlarla o ülke arasında önceden bir antlaşma varsa, o malı sahibine iade etmesi için zorlanır.

 

(Açıklama):Çünkü burada ihanet, önceki durumdan daha açıktır.Bu sebeple o mal zorla elinden alınarak sahibine geri verilir.

 

            Risalemizin sonuna gelmiş bulunuyoruz.

 

BU Nİ’METİ BİZE NASİB EDEN ALLAH’A C.C. HAMDOLSUN

 

Rabbimiz den niyazımız,  hacim olarak küçük fakat ön yargısız,  tarafsız,  su’i zansız olarak okunduğunda mümkün olduğu kadar tatmin edecek derecede açık delillerden  derlemiş olduğumuz risalemizi,  rızasına uygun yaşamayı dert edinmiş muvahhid müslümanların kalplerini,  birbirine ısındırma vesilesi kılması  ve amel hanemize hayır olarak yazmasıdır Yarabbi dualarımızın kabulüne engel olan günahlarımızı bağışla…Amin…
                                                 Son Söz

 

 

Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!    (Haşr 10)

 

 Oturumun Kefareti

 

 

"Allah'ım! Sana hamdederek, seni tüm noksanlıklardan tenzih ede rim. Senden bşka ilah olmadığına şehadet ederim. Senden bağışlanma diler ve sana tevbe ederim. " (Tirmizi (36153), Ahmed, Nesai Aişe r.a.’dan)

 

 "...ve "Rabbim, benim ilmimi artır" de."(Taha, 114)



Ebu Muhammed

 

 

 

 Hamza Abdusseddar

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 
   
 
   
Bugün 2 ziyaretçi (4 klik) kişi burdaydı.Allah arttırsın.
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol