teblici
 
  Ana Sayfa
  İletişim
  Fatiha suresinin tefsiri
  Küfür olan davraniş ve sözler
  Küfür sistemi bayramlari
  Temyiz etrafındaki şüpheler
  Forum
  Tekfirde ölçülü olmak
  VAAZ
  Kütüphane
  Tekfircilere Cevap
  Temyiz ve Yusuf kıssası
Fatiha suresinin tefsiri


ekle


Hamd, âlemlerin Rabbi Allah İçindir. Salât ve selam peygamberimiz Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selemle, onun âli’ne, ashabına ve kıyamete kadar onun yolunu takip eden şehidler, sıddıklar ve Salihlerin üzerine olsun. Rabbim bizleri de Salih kullar zümresine katsın. (Âmin!)

Her insanın Müslüman olabilmesi için, Kelime-i Tevhidi tam olarak bilip söylemesi gerekir. Kelime-i Tevhidi anlamak içinde Kur’an’ı anlamak gerekir, bu bağlamda, Kur’an-ı Kerim’in anası olan Fatiha suresini anlayalım.

Günlük beş vakit namazın her rekâtında Fatiha Suresinin okunması emredilmiştir. Üzerinde düşünelim, acaba niçin başka sure değil de Fatiha? Allah-u âlem, bunun hikmeti, Kur’an’ın özünün bu surede gizli oluşudur. Bir başka yönüyle geçmişte sapıtan insanların sapıklık noktalarına Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selem ümmetinin dikkatini çekmektir.

İşte eğer geçmiş sapıklar türünden birileri bizim zamanımızda karşımıza çıkarsa, günlük beş vakit okuduğumuz Fatiha ile onlara karşı duralım, bakalım Fatiha’da ne diyoruz;

1.       Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

2. Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.

3.       O, Rahmandır ve Rahîmdir.

4.       Ceza gününün mâlikidir.

5.       (Rabbimiz!) Ancak sana ibadet (kulluk) ederiz ve yalnız senden medet umarız.

6.       Bizi dosdoğru yola ilet.

7.       Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna; gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!  (âmin!)

“Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” Neden âlemlerin Rabbi diyoruz da yaratıcısı demiyoruz? Çünkü geçmiş sapık kavimler çoğunlukla Allah-u Teâlâ’nın yaratıcı olduğunu kabul etmişlerdir. Fakat Rab oluşuna itirazları olmuştur. Çünkü Rab kelimesi Arapçada şu anlama gelir; melik ve malik, kefil olan, rızık veren, ihtiyaçları karşılayan, koruyucu, hükümran, kanun koyan, yöneten ve düzenleyen.

 İşte geçmiş kavimlerin kâfir olanları kanun koyucu, rızık verici olarak Allah-u Teâlâ’dan başka varlıkların olduğunu kabul ediyorlardı. Böylece Allah’tan başka rab ediniyorlardı. Tâğutlaşıp azanlar hep bu noktada haddi aşıyorlardı. Bakın, Firavun; “Ben sizin en büyük rabbinizim” (Naziat 24) diyordu. İşte Firavun kendisinin yaratıcı olduğunu değil, kanun koyan, terbiye eden, rızık veren olduğunu iddia ediyordu. Firavun’a göre Mısır’ın mâliki kendisiydi. İnsanlar da orada rızıklanıyorlardı. Yine kanun koyarak insanları itaat ettirip terbiye ediyordu ve böylece de sahte ilah oluyordu.

İşte Fatiha’da bu noktaya dikkat çekiliyor. Yani bir gün Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selem ümmetinin başına Allah’ın kanunlarından başka kanun koyan gelirse; “Ben Fatiha’da Rab olarak Allah’ı kabul ettim, Firavun ve onun gibi sahte ilahları reddettim. Dolayısı ile sizin gibilere itaat etmiyorum, düşman oluyorum, yoksa günde beş vakit namazın her rekâtında okuduğum Fatiha’ya ters düşmüş olurum.” Diyebilsin.

Bakın Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde, özellikle Rab kelimesi kullanılmıştır. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor;

“Hani Rabbin Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onlara kendilerine şahit tutup ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye buyurmuştu, onlar da; ‘Evet, şahit olduk.’ Demişlerdi. ‘Kıyamet günü bizim bundan haberimiz yoktu’ demeyesiniz diye. Yahut ‘Daha önce sadece atalarımız Allah’a ortak koşmuşlardı, bizde onlardan sonra gelen kuşaktık. Şimdi o batıla sapanların işledikleri yüzünden bizleri helâkmi edeceksin?’ demeyesiniz diye. İşte biz ayetlerimizi böyle açıklarız.” (A’raf 172)

Bakınız dikkat edilirse, Allah-u Teâlâ ruhlar âleminde bize, yaratıcınız kim diye sormuyor da, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diyor. Çünkü Allah-u Teâlâ ezeli ilmi ile biliyordu ki; kendisinin Rab sıfatına göz diken bazı tâğutlar olacak. Yine ezeli ilmi ile biliyordu ki, böylesi tâğutlara itaat ederek, Allah’ı değil de başkasını Rab edinenler ortaya çıkacak. İşte kullar mazeret göstermesinler, itiraz hakları olmasın diye Allah, ruhlar âleminde bizden söz almıştır.

Yine bir başka ayette Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor;

“De ki, şüphesiz benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim. (En’am 162–163)

…Ruhlar âleminde verdiğimiz sözden sonra, tekrar bir daha bütün varlığımızla, Allah-u Teâlâ’nın Rab olduğunu kabul edip, teslim oluyoruz. Bakınız, Allah-u Teâlâ’dan başkasını Rab edinenlerin müşrik olduğunu Allah-u Teâlâ bize şöyle haber veriyor;

“Onlar, Allah’ı bırakıp âlimlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesihi Rab edindiler. Hâlbuki onlar bir tek, ilaha ibadet etmekten başkasıyla emr olunmamışlardı. O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların ortak koştukları her şeyden münezzehtir.” (Tevbe 31)

Bu ayetin tefsirinde hemen hemen bütün tefsirciler Tirmizî’den rivayet olunan şu hadisi naklederler;

Adiyy b. Hatem’den şöyle dediği rivayet edilir. Boynumda altın bir haç olduğu halde Peygamber (s.a.v.)’in huzuruna vardım. Şöyle buyurdu; “Bu da ne oluyor Ey Adiyy? Şu putu üzerinden at.” O’nu Tevbe Suresi’nde, “Onlar, Allah’ı bırakıp âlimlerini, rahiplerini, Meryem oğlu Mesih’i Rabler edindiler.” Buyruğunu okurken dinledim. Sonra şöyle dedi; “Onlar bunlara ibadet etmiyorlardı, fakat kendilerine bir şey helal kıldıkları vakit, onu helal belliyorlar. Haram kıldıkları vakit haram belliyorlardı.” (Tirmizî, Tefsîr’ul-Kur’an, bab:10, No:3095) [Tirmizî, Tefsir, Berâe: (3094)] (Kurtubî Tefsiri C.8 S.198)

Ayette geçen ahbar, Yahudî âlimlerinin adıdır. Ruhban ise, Hıristiyan âlimlerin adıdır. Bunları ne şekilde Rab edindiklerini Elmalılı Hamdi Yazır anlattıktan sonra; Şimdi günümüzde o Rab edinilenlerin yerini, parlamentonun aldığını söylüyor. Demek oluyor ki, parlamentoya itaat etmek, onları rab edinmektir.

İşte bu gerçeğe parmak bastıktan sonra yine bakıyoruz, öldükten sonra kabirde sorulan ilk soru, “Rabbin kim? Nebî’n kim? -Ebu Hureyre’den- Buhâri, Cenâiz 68,87; Müslim, Cennet 70, (2870) sorusu, neden? Çünkü kişi, parlamentoya itaat ettiyse kabirde Rabbim Allah diyemeyecek, rabbim parlamento diyecek. Rab olarak, yani kanun koyucu, terbiye edici olarak Allah-u Teâlâ’yı tanıdıysa işte o zaman Rabbim Allah diyecek.

“O, rahmândır ve rahîmdir.” : Yüce Allah, âlemlerin Rabbi olmakla kendi zatını nitelendirdikten sonra, Rahman ve Rahim olmakla da nitelendirmesinde korkutma anlamı bulunduğundan dolayı hemen akabinde “Rahman, Rahim” ile nitelendirmiştir. Çünkü bu da, korkutmanın aksi olan, teşviki ihtiva etmektedir. Böylece yüce Allah, hem kendisinden korkmayı, hem de nimetlerine ümit beslemeyi ifade eden niteliklerini bir arada zikretmiş olur. Bu ona itaatte daha çok yardımcı olsun, isyandan daha çok uzaklaştırıcı olsun diye böyle gelmiştir. Tıpkı yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi;

“Kullarıma haber ver ki; Ben gerçekten mağfireti bol ve Rahim olanım. Benim azabımda elbette en acıklı azaptır.” (Hicr 49–50)

(O, yüce Allah) günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azabı şiddetli olan ve nimeti geniş olandır.” (Mü’min 3) (Kurtubî Tefsiri C.1 S.372)

Allah Teâlâ, Rahman sıfatı ile kâfir Müslüman ayırt etmeksizin bu dünya da bütün canlılara merhamet eder. Rahim sıfatıyla ahirette sadece Müslümanlara merhamet eder. (Bu mana da ki ifadeler için Bkz. Elmalılı M.Hamdi Yazır Tefsiri)

“O, Din (ceza) gününün maliki (sahibi)dir”: Din gününün sahibi buyrulmuştur ve burada, uyarı ve korkutma biraz açıkça ortaya konmuştur. Çünkü din kelimesi Arapçada ceza, hesap, kaza, siyaset, itaat, adet, hal, kahır, nihayet bütün bunlarla ilgili ve hepsinin binası ve ölçüsü olan millet ve şeriat manalarına gelir. Bu, doğrudan doğruya kıyamet manalarına gelmez. (Elmalılı M.Hamdi Yazır, Fatiha 4 Tefsiri)

Kur’an’ın çeşitli ayetlerinden “din” kelimesinin kanun manasında olduğunu görüyoruz. Allah Teala şöyle buyuruyor;

“İşte biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik, yoksa hükümdarın dinine (yürürlükteki kanuna) göre kardeşini (yanında) alıkoyamazdı.” (Yusuf 76)

Net bir şekilde görüyoruz ki, kralın dininden kasıt, kralın kanunudur. İşte böylece şunu anlıyoruz; Allah Teâlâ’nın Rab, Rahman ve Rahim oluşu Fatiha’da bize öğretildikten sonra kanun koyuculuğu da öğretiliyor. Çünkü Rab olarak kralı kabul edenler, kralın kanununa itaat eder. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor;

“Muhakkak Allah katında din İslam’dır.” (Al-i İmran 19)

Kralın, yani tâğutların kanunlarının Allah nezdinde hiçbir geçerliliği olmadığı gibi, böyle kanunlara itaat edenlerinde Allah (c.c.)’ın dini ile bağlantısı yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor;

“Kim İslam’dan başka bir din ararsa, ondan asla kabul olunmaz ve O ahirette de en büyük zarara uğrayanlardandır.” (Al-i İmran 85)

Fatiha suresinde din ifadesiyle, Allah Teâlâ’nın, kanun koyucu olduğunu, bu kanunların aksinin Allah Teâlâ nezdinde hiçbir geçerliliğinin olmadığını ve İslam’dan başka din (kanun), arayanında büyük bir azaba çarptırılacağını ilgili ayetlerde görüyoruz.

Öğreniyoruz ki, geçmiş ümmetlerin düşmüş olduğu sapıklıklara düşmeyelim. Çağımızın Firavun ve Nemrutlarını, tereddütsüz reddedelim. Böylesi tâğutların, Allah Teâlâ’nın emirlerine muhalif olan kanunlarına İslam’ın hiçbir ihtiyacının olmadığını bilelim. Çünkü İslam’da hiçbir eksiklik yoktur.

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor;

“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı beğenip seçtim.” (Maide 3) İşte bu ayette de görüyoruz ki, din kemale ermiştir (tamamlanmıştır). Hiçbir eksiği, gediği yoktur. Allah’ın kanunundan başka kanun arayan veya Allah’ın bu ayetine muhalif olur ve hangi şeriata uymuş ise, o şeriatın sahibinin dinine girmiş, ona ibadet etmiş olur. İşte biz böylelerini reddederek Fatiha’da şunu söylüyoruz;

“(Rabbimiz!) Ancak sana ibadet (kulluk) ederiz ve yalnız senden medet umarız.” İbadet ederiz anlamı, “itaat ederiz” dir. İbadet, itaat ve zilletle boyun eğmek demektir. (Kurtubî C.1 S.380)

Yani başkalarına itaat etmeyiz. Rab olarak Allah’ı kabul ettik, O’ndan başka Rab, ilah yoktur. Çağdaş Firavunların kanun ve hükümlerini hiçe sayarız. Tâğutların baskı ve zulümlerine karşı Allah’tan yardım dileriz. Mekke müşriklerinin yaptığı gibi sahte ilahlardan yardım dilenmeyiz. Bu arada çağdaş müşrikler gibi; türbeden, ağaçtan, yatırdan, şeyhlerden ve benzerlerinden, yardım dileyerek, Allah’tan gayrı ilah edinmeyiz. Çünkü iman edenlerin velisi, sahibi, yardımcısı Allah’tır. Allah Teâlâ’dan gayrı ilah edinerek, onlardan yardım dileyen kafirlerin yardımcısı ise tâğuttur.

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor;

“Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır. İnkâr edenlerin velileri ise tâğuttur. Onları nurdan karanlıklara çıkartır. İşte onlar ateştedirler, onlar orada ebedi kalıcıdırlar.” (Bakara 257) İşte Allah’tan başkasını veli, sahip edinerek ondan yardım isteyenin sonu imansızlık ve ebedi cehennemdir. Bu sebeple yalnız Allah’a ibadet eder ve ondan yardım dileriz. Zaten bizlerin yaratılma gayesi, Allah’a kulluktur. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor;

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat 56) Bakınız Allah Teâlâ, bizleri sadece emir ve kanunlarına itaat edip, ibadet edelim diye yaratmıştır. Mücahid’den gelen rivayette bu ayetin manası, ben onlara emirler vermek, yasaklar koymak için yarattım demektir. (Kurtubî C.16 S.385)

Yine itaatin ibadet manasına geldiğine dair açıklamalar için, Elmalılı Hamdi Yazır, Seyyid Kutub, Mevdudî, Said Havva, Ö. Nasuhî Bilmen tefsirine bakınız.

Buraya kadar anladık ki, din kanundur. Din vaz’eden de, yani kanun koyan da Rab’dir. İtaat ise ibadettir. Kişi kimin kanununa itaat ederse ona ibadet etmiş ve Rab edinmiştir. Bu gerçeği öğrendikten sonra, Allah’tan başka Rab edinme fitnesinden Allah’a sığınıyor ve diyoruz ki;

“Bizi dosdoğru yola ilet”: Yani İslam yoluna, İslam şeriatına. İmam Ahmed en-Nevvas b. Sem’andan, o da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden şöyle söylediğini rivayet eder; “Allah Teâlâ şöyle bir misal getirdi: “Bir sırat-ı müstakim vardır. Bunun her iki yanında yüksekçe iki duvar, bu duvarlarda açık kapılar, kapıların üzerinde sarkıtılmış perdeler ve sıratın kapısında şöyle diyen bir davetçi, Ey insanlar, hepiniz bu sırat’a (dosdoğru yola) giriniz ve eğri büğrü yollara sapmayınız. İnsan bu kapılardan herhangi birisini açıp girmek istediğinde, bu kapıyı açtığın takdirde, ondan içeri girersin. İşte bu sırat (yol) İslam’dır. Bunun iki yanındaki yüksek duvarlar, Allah’ın çizdiği sınırlardır. Açık kapılar Allah’ın yasaklarıdır. Sırat’ın başındaki davetçi, Allah’ın kitabıdır. Sıratın üzerinden seslenen davetçi ise, her Müslümanın kalbindeki Allah’ın tayin ettiği öğütçüdür.”

İşte ey Müslüman, senin yolun İslam’dır ve bu yolun iki tane davetçisi vardır; Birisi fıtratın, diğeri ise İlahi vahyin davetçisi. O bakımdan haramları irtikab ederek (işleyerek) İslam’a karşı kusurlu olma. Yoksa şeytani yolların girdabına yuvarlanırsın. (El Esas Fit-Tefsir c.1 s.48–49)

Doğru yol bu hadis-i şerif ile belirtilmiştir ki, o da Allah’ın hükümleridir. Sağında ve solunda ayrılan yollara sapmayalım, Kur’an’a kulak vererek böylesi sapıkların fitnesinden kurtulalım. Sırat-ı Müstakim, dosdoğru yoldur. Kur’an ve sünneti kendimize rehber edinir, İslam yoluna devam edersek, bizleri cennete götürür. Bunu bırakıp demokrasi, komünizm, laiklik, faşizm ve materyalistlik gibi, batıl dinlerin sistemlerini kendimize yol, araç edinirsek, bizi küfre ve cehenneme götürür. Allah korusun. Bakınız Allah Teâlâ bu konuyla ilgili şöyle buyuruyor:

“Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.” (En’am 153)

Darimî, Abdullah b. Mesud (r.a.)’dan şöyle denildiğini rivayet eder; “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gün bize bir çizgi çizdi, sonra şöyle buyurdu ‘İşte bu, Allah’ın yoludur.’ Daha sonra onun sağında bir takım çizgiler, solunda başında ona çağıran bir şeytanın bulunduğu bir takım yollardır.” Sonra da bu ayet-i kerimeyi okudu. (Kurtubî c.7 s.237)

Hadis imamları Ebu Hureyre’den şöyle dediğini rivayet ederler; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Size neyi emrettiysem onu alınız. Size neyi yasakladıysam ondan da uzak durunuz.”

İbni Mace ve başkaları da, El İrbad b. Sariye’den şöyle dediğini naklederler: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize öyle bir vaaz da bulundu ki, ondan dolayı gözler yaşardı, ondan dolayı kalpler korkuyla titredi; ‘ey Allah’ın Rasûlü!” dedik, bu adeta veda edenin öğüdüne benzemektedir. Bize neyi tavsiye edersin? Şöyle buyurdu: “Ben sizi (hiçbir şüphe ve tereddüt gerektirmeyen) apaydınlık yol üzerinde bıraktım. Onun gecesi de gündüzü gibidir. Benden sonra bu yoldan, helak olanlardan başkası sapmaz. Aranızda yaşayacak olanlar, pek çok ayrılıklar görecektir. Size benim sünnetimden ve benden sonra hidayet bulmuş, Raşit Halifelerin sünnetinden, bildiğinize bağlı kalmanızı tavsiye ediyorum. Onlara dişlerinizle kavrarcasına sımsıkı sarılınız. Sonradan uydurma işlerden (bid’atlerden) de sakınınız. Çünkü şüphesiz her bid’at sapıklıktır. Size itaat etmenizi tavsiye ediyorum. İsterse başınızdaki Habeşli bir köle olsun. Şüphesiz mü’min burnuna halka takılmış deveye benzer, nereye çekilirse oraya gider.” (Kurtubî c.7 s.239)

Bu Hadis-i Şeriflerde de görüyoruz ki, Kur’an’a, Sünnet’e ve Raşit Halifelerin sünnetine sımsıkı sarılmak lazım, öyle ki, dişlerle kavrar gibi. Müstakim yola devam etmek, bu yoldan ayrılan yollara sapmamak gerek. Sapan yolların başındaki bu yollara çağıran, şeytan veya şeytanlaşmış insanların davetini, elimizin tersiyle itelim. Yoksa Yahudi ve Hıristiyanlar gibi, fırka, fırka olup sapıtırız. Allah korusun. Bakını, İbni Ömer’den şöyle dediği rivayet edilmiştir. “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Şüphesiz İsrailoğulları’nın başına gelenlerin aynısı, adım adım ümmetimin de başına gelecektir. O kadar ki, Onlardan herhangi bir kimse, annesine açıkça varıyor ise, ümmetimden de bu işi yapan çıkacaktır. Ve şüphesiz israiloğulları, yetmiş iki millete (fırkaya) ayrılmıştır. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır, hepsi cehennemde olacaktır, bir tanesi müstesna.” Peki, bu fırka hangisidir ey Allah’ın Rasûlü, diye soran ashaba Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem; “Benim ve ashabımın yolunu takip edenler.” diye cevap vermiştir. (Kurtubî c.4 s.312)

İşte sapıklıktan kurtulabilmenin çaresini Allah Rasûlü bizleri böylece göstermiştir. Bizler bu tarife göre hareket ederek, sadece amelimize güvenmiyor ve diyoruz ki,

“Kedilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna”

Bizim hidayetimizi sürekli kıl demektir. Çünkü insan bazen doğru yola iletilir, sonra da bu doğruluk yolu üzere olması sona erdirilebilir. Müfessirlerin büyük bir çoğunluğu der ki; Burada, Peygamberlerin, sıdıkların, şehidlerin ve Salihlerin yolu kastedilmektedir. Bu görüşlerini de Yüce Allah’ın şu buyruğundan çıkarmışlardır:

“Kim Allah’a ve Peygamberlere itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği, peygamberler, sıdıklar, şehidler ve salihlerle beraberdirler. Onlar ne iyi, ne güzel arkadaştırlar.” (Nisa 69)

Ayet-i kerime bunların dosdoğru yol üzere olduklarını göstermektedir. Fatiha suresindeki ayette de kastedilen işte budur. Bu hususta ileri sürülen bütün görüşler, dönüp dolaşıp buraya gelir. O bakımdan, konuyla ilgili ileri sürülmüş görüşleri tek tek sıralamanın anlamı yoktur. (Kurtubî c.1 s.383)

Böylece Allah Teâlâ’ya, hangi yolu istediğimizi ifade ettikten sonra, hangilerinden de uzaklaşma istediğimizi bu şekilde dile getiriyoruz.

“gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!” Gazaba uğrayanların Yahudiler, sapıtanların da Hıristiyanlar olduğunu cumhur ulema kabul etmiş ve şu ayetleri delil getirmişlerdir;

“…ve Allah’tan gelen bir gazaba uğratıldılar” (Bakara 61)

“Ve Allah, onlara karşı gazaplanmış…” (Fetih 6)

Hıristiyanlar hakkında da:

“Bundan önce onlar sapıklığa düşmüş, birçok kimseyi saptırmış ve sonra da dümdüz yoldan sapagelmişlerdir.” (Maide 77) (Kurtubî c.1 s.386)

Bu son bölümde özellikle, Yahudi ve Hıristiyanların, kısacası bütün gayri Müslimlerin, dinlerini, yollarını reddediyoruz.

Peygamberlerin, sıdıkların, şehidlerin, salihlerin yolunu talep ediyoruz. Ne ilginçtir ki bugün dünyayı idare eden batıl sistemler, Yahudi ve Hıristiyanların icadıdır. İşte biz bu ayetleri okumakla, demokrasi, laiklik, komünizm gibi Allah’ın şeriatına dayanmayan, küfür sistemlerini reddediyor ve Allah’a teslim oluyoruz. İşte bu sözünde samimi ve sadık olanlara, Bakara suresinin ikinci ayetinde şöyle buyuruluyor;

“İşte bu kitap, onda hiçbir şüphe (eğrilik, yanlışlık) yoktur. Takva sahipleri için hidayettir.” (Bakara 2)

Allah Teâlâ, hidayet kaynağının, yani sapıklıktan kurtulmanın tek çaresinin Kur’an-ı Kerim olduğunu bizlere haber veriyor. Öyleyse bizler her meselemizi bu kitaba göre çözelim, ihtilaf ettiğimiz ve şüphelendiğimiz hususlarda hep bu kitaba başvuralım, beşeri görüşlere ve sistemlere değil.

Allah Teâlâ bizlere hidayet kaynağının Kur’an-ı Kerim olduğunu bildiriyor. Bakalım Kur’an’dan bizlerin imanlı olarak kalabilmemiz için ne hükümler var. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor;

“Dinde zorlama yoktur. Hak batıldan ayrılmıştır. Artık kim tâğutu inkar edip Allah’a iman ederse kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa tutunmuştur. Muhakkak ki Allah Semi’dir, Âlim’dir.” (Bakara 256)

Ayetin dinde zorlama yoktur bölümü ile ilgili tefsirlerde uzun uzun açıklamalar vardır. Bunların özeti gayrimüslimler illa İslam’a gireceksin diye zorlanamaz, belli şartlara bağlı kalmak kaydıyla İslam beldelerinde inançlarını rahatça yaşayabilirler gerçekten hak batıldan iyice ayrılmıştır. Hidayet ile dalalet, iman ve küfür, apaçık delillerle birbirinden ayırt edilir haldedir.

“Artık kim tâğutu inkâr edip…”

Tâğut: Azgın, sapık, kötülük ve sapıklık önderi, zorba, şeytan, put, puthane, kâhin, sihirbaz, Allah’ın hükümlerine sırt çeviren kişi ve kuruluşların tümü. Arapça “Teğa” kökünden türetilmiş olup kelimenin mastarı olan “Tuğyan” Allah Teâlâ’ya isyan etmek anlamına gelmektedir.

Allah’ın indirdiği hükümlere muhalif olan ve onların yerine geçmek üzere hükümler icat eden her varlık tâğuttur.

Tâğut, Allah Celle celaluhû ya karşı isyan etmekle beraber O’nun kullarını kendisine kul edinmek gayretinde olandır. Bu ise şeytan, papaz, dini veya siyasî lider veyahut da kral olabilir. Bu sebepten bir insanın Müslüman olabilmesi için tâğutu reddetmesi gerekmektedir.

Tâğut kelimesi aslında çoğul manası taşımaktadır. Çünkü Allah Teâlâ’yı inkar eden, bir yerine birçok tâğutun kulu olur. Bunlardan bir tanesi insanı çeşitli günahlara yönelten şeytandır. Diğeri, insanı ihtiras ve arzularının esiri kılan kendi nefsidir. Keza karısı, çocukları, hısım ve akrabaları, ailesi, arkadaşları ve milleti ile siyasî ve dinî liderleri ve hükümetleri gibi diğerleri de bulunmaktadır. Bütün bunlar o kimse için birer tâğut olur ve o kişiyi kendi arzu ve ihtiraslarına esir etmek isterler. Bu pek çok efendilerin kulu olan kimse, tatminine bir türlü imkan olmayan bu tâğutlardan her birini ayrı ayrı memnun etmek hayaliyle ömrünü boşa tüketir. (Mevdudî, Tefhimu’l-Kur’an, Tercümesi Heyet, İstanbul 1986, I, 176)

Allah’a karşı haddi aşan her şey tâğuttur. Şeytan ise bütün hadi aşanların arkasındadır.

İşte tâğutun inkar edilmesi, beşeriyetin Allah’a şirk koşmak, Allah’tan başkalarının hükmüne başvurmak veya Allah’tan başkalarından yardım dilemek gibi yaptıkları her türlü şerri red ve inkar etmektir. Tâğutun inkar edilmesi ise; onun reddedilmesi, küçümsenmesi, hakir görülmesi, ona itaat edilmemesi ve alçaltılmasıdır. Allah’a iman eder hakkıyla Allah’ı tasdik eder ve bunun gereklerini yerine getirecek olura kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır. (El-Esas Fit Tefsir c.2 s.141)

El-Cevheri der ki: “Tâğut, kâhin, şeytan ve sapıklıkta başı çeken her kimsedir.” (Kurtubî c.3 s.494) Bakara suresi 256. ayeti bize gösteriyor ki; tâğutu reddetmeyen Allah’a iman etmiş olmuyor, iman ettiğini söylese de. Tağutun inkar edilmesi ve Allah’a iman dil ile söylenen ve kalp ile inanılan hususlardandır. Bundan dolayı yüce Allah’ın sıfatlarından “Semi’dir” (her şeyi işitendir) buyruğu dil ile söylenen şeyler için: “Âlim’dir” (her şeyi bilendir) buyruğu da inanılan şeyler hakkında kullanılır, o bakımdan ayetin bu buyruklarla sona ermesi gayet güzeldir. (Kurtubî c.3 s.496)

Bugün yeryüzünde yürürlükte olan rejimlerin hepsi, beşerî rejimlerdir ve hükümlerini kendileri koymaktadırlar. Dolayısıyla da Allah Teâlâ’nın hükümlerine muhalefet etmektedirler. O halde bu rejimlerin hepsi “tâğut” olarak isimlenir. Hatta kitlelere “en cazip ve hüsn-ü kabul gören bir rejim” olarak tanıtılan demokratik ve lâik rejimler de tâğut hükmündedir. Bu tâğutları inkar edip karşı çıkmayan iman etmiş olmaz. Çünkü demokraside hâkimiyet yani hüküm koyma milletindir. Bunun gereği olarak insanlar sandık başına giderek hâkimiyet haklarını kullanırlar böylece Allah’ın hakkı olan hâkimiyeti kendilerinde gören halk, fert fert tâğut olur. Bir başka boyutu ile insanlar önce demokrasiye imanın gereği olarak hâkimiyeti kabul ederler, sonra oy vererek Allah Teâlâ’dan gayrı hüküm koyucu seçerler. Böylece Allah’tan başka ilah edinmiş olurlar çünkü Allah’ın Zati veya Subuti sıfatlarından herhangi birini başkasında gören o nesneyi ilah edinmiş olur. Allah Teâlâ; el-Hâkim’dir yani hüküm ve hikmet sahibidir.

Allah Teâlâ’ya, peygamberlere, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve inanmakla mükellef olduğu bütün hususlara inandığını açıklayan, fakat demokratik, lâik, sosyolist, kapitalist vb. rejimlerden herhangi birinin hükümlerini kabul edip itaat eden bir kimsenin irtidadına hükmedilir. Zira insanları yaratan Allah Teâlâ’dan başkası, insanların nasıl idare edileceği hususunda ve onların sosyal yaşamlarını düzene koymada hüküm koyma yetkisine sahip değildir. Çünkü hüküm koyan insan, o hükme tâbi olmasını istediği insanlardan üstün ve herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. Allah Teâlâ katında üstünlük, sadece takva iledir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ; “Şüphesiz ki sizin Allah katında en üstününüz, takvaca en ileri olanınızdır” (Hucurat 13) buyurmaktadır.

Kendisinde böyle yetkiler gördükten sonra, Allah Teâlâ’nın indirdikleriyle hükmetmeyip, hevâ ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar aynı zamanda “ilahlık” iddiası içindedirler. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlarda her ne kadar Müslüman geçinse de, tevhid akidesinin dışına çıkıp kafir olurlar. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de: “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar, kafirlerdir.” (Maide 44) buyurmaktadır.

Tâğutların hükümlerine göre yönetilen beldeler “Dâr’ul-Harp” durumundadırlar. Tâğutun hüküm sürdüğü beldelerde yaşayan bütün müminlerin, din Allah’ın oluncaya, Allah’ın indirdikleriyle hükmedilinceye kadar cihad etmeleri farzdır. Bu cihaddan kaçıp, tâğutun hükmüne razı olanlar ise, ister bilerek, ister bilmeyerek yapsın, kafir olma durumundadırlar. Allah Teâlâ bu hususta; “İman edenler Allah yolunda cihad ederler, küfredenler ise tâğut yolunda savaşırlar” (Nisa 76) buyurmakta ve müminin tâğut karşısındaki yerini belirlemektedir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de tâğut hakkında bir hadis-i şerifinde; “Her kim (tâğuta karşı) cihad etmeden ve onunla mücadele (ederek Hakk’ı hâkim kılma) arzusunu ruhunda duymadan ölürse, nifaktan bir şube üzerinde ölür” buyurmaktadır. (Muhtasar Sahih-i Müslim, Hafız Münzirî, No:103)

Bir mü’min, tâğutu yani Allah Teâlâ’nın emirleri ve yasakları ile çatışan nefsini, diğer şahısları, önderleri, rejimleri ve ilkeleri red etmedikçe, hakimiyetin yalnız Allah’a ve O’nun düzeni olan İslam nizamına ait olduğunu kabullenmedikçe imanın sembolü olan tevhid kulpuna yapışamaz. Allah Teâlâ bu konuda da şöyle buyurmaktadır: “Dinde zorlama yoktur. Hakikat, iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tâğutu tanımayıp da Allah’a (O’nun kanunlarına) iman ederse, muhakkak ki kopması (mümkün) olmayan en sağlam kulpa sarılmıştır. Allah işiten ve bilendir” (Bakara 256).

Dolayısıyla insanlar için iki yol vardır. Birincisi: Allah Teâlâ’ya iman etmek ve her türlü ilişkileri (hayatını) İslam’ın hükümlerine göre değerlendirmek. İkincisi; tâğuta kalben teslim olmak (iman etmek) suretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamak! Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir. İnsanlar kendi iradeleri ile bu iki yoldan birisini tercih etmekte serbesttirler. Buna “Kesb” (kendi kazancı) denilir. İmam Taftazânî, “İnsanların sevap ve mükâfat almaya, ceza ve azap görmeye esas teşkil eden ihtiyari fiilleri vardır.” (Taftazânî, Şerhu’l Akaid, İstanbul 1980, s.196) diyerek, bu konuda herhangi bir zorlamanın olmayacağına işaret etmiştir.

Ayrıca Allahu Teâlâ’nın hükümlerini bir kenara bırakarak, tâğutun huzurunda muhakeme olmak ve onun hükümlerine boyun eğmek, küfrü tercih etmek demektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye, boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâğutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Halbuki tâğutu inkar etmekle (tekfir etmekle, lânetlemekle) emrolunmuşlardı.” (Nisa 60) Buyurulmuştur. Bu ayette tâğutun hükümlerine boyun eğenlerin iman iddialarının boş olduğu ifade edilmektedir. Tâğutî güçler; Allah Teâlâ’nın arzında, O’nun hükümlerine karşı tuğyan eden ve insanların üzerinde ilâhlık iddiasında bulunan, bir başka deyişle; İnsanların Allah’a Allah’ın istediği gibi kulluk yapmasına engel olan otoritelerdir.

Bir mümin; camilerin ibadete açık olmasına izin veren, insanları dini inançlarında özgür bıraktığını iddia eden rejimlere karşı çok dikkatli olmak zorundadır. Bugün bu rejimler, İslam dünyası için büyük bir tehlike arzetmektedirler. Bu rejimlerin hepsi tâğuttur. Çünkü apaçık ortadadır ki Allah Teâlâ’nın indirdikleriyle hükmetmemektedirler. İnsanları kendi hevâ ve hevesleri doğrultusunda çıkarmış oldukları hükümlerle idare etmektedirler. Allah’ın hükümlerini, ‘ortaçağ insanına hitab edebilen, sınırlı, bugünün gelişen ve düşünen insanının gerisinde kalmış hükümler’ olarak kabul etmekte ve böyle kabul ettirmeye çalışmaktadır.

Yaratılmış olan insanların bu tuğyana düşmeleri şöyle açıklanabilir: “İnsan, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek vahmettiği zaman artık Allah’ı unutur; gerçek kudret, ilim ve dilediğini dileme ve yapabilme güç ve iradesine sahip olanın yalnızca Allah olduğunu aklından çıkarır. Bu durum insan için tuğyana açılan bir kapıdır; Artık dilediğini yapar, hak-hukuk ve hiçbir sınır tanımaz. Allah’a ortak koşmaya, nefsini onun yerine geçirip hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeye girişir. İşte bu hâl, tuğyan halidir ve bu tür insanlar da Kur’an’ın diliyle Tağîdir” (Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, 355–356) (Yusuf Kerimoğlu-Yalçın Çetinkaya, Şamil İslam Ansiklopedisi)

Oy vererek kanun koyucu seçen, el-Hâkim olarak seçtiği kişiyi görmüş olur. Bu kişiler abdest alsa, namaz da kılsa ve Allah’a yapılması gereken ibadetlerin hepsini yapsa da hüküm koyma yetkisini seçmiş oldukları tâğutlara verdikleri için Allah’ın dininden çıkıp tağutun kulu olurlar. Çünkü

“Hüküm ancak Allah’ındır” (Yusuf 40) Hüküm Allah’ın, biliyoruz, bunu bilerek Allah’tan başka kanun koyucu seçsek ne olur? Allah Teâlâ şöyle buyuruyor;

“O, hiç kimseyi hükmüne ortak kabul etmez” (Kehf 26)

Tâğutlara boyun eğenler ve onları tanıyanlar, Allah’a ait olan hüküm verme hakkını onlara verenler, Allah’ın Ulûhiyet vasfını onlara da tanımış olurlar.

İslam inancının temeli olan “La ilâhe illallah” cümlesi Allah’ın dışında hiçbir ilah tanrı kabul etmez. Ancak, insanların Allah’tan başka varlıkları da kendilerine “ilahlar” edinmeleri bir realite olduğundan, insanların kendi kafalarından doğan bu düzmece ilahların ilahlıklarını inkar maksadıyla Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ onlardan “sahte ilahlar” olarak söz etmiştir. Sahte ulûhiyetin iki yönü vardır.

Birincisi; Kendileri de Allah’ın yarattığı diğer varlıklar gibi  hiçbir gücü olmayan ölümlüler oldukları halde, bunu bile bile diğer canlılar üzerinde üstünlük iddiasıyla onları kendilerine boyun eğdirmeye çalışan, Allah’ın yeryüzündeki egemenliğini kendinde toplamayı hedefleyen ve ikna ya da hile, korkutma, baskı veya daha başka metotlarla kendisinin yeryüzünde itaat edilmeye layık “ilah” olduğunu kabul ettirdiği insanlara ilahlık taslayan kişiler uluhiyet iddiasındadırkar.

İkincisi; Kendileri ilahlık taslamayıp, Allah’ın yeryüzündeki egemenliğini gasp eden sahte ilahlara boyun eğerek onların ilahlıklarını onaylayan veya cinlere, şeytanlara, meleklere, gök cisimlerine, ateşe, değişik hayvanlara, üstün insanlara, kahramanlara, peygambere, atalarına, din adamlarına, bilginlerine, siyasetçilerine ibadet edercesine tapan; onları sanki Allah’ın sıfatlarını kendilerine topluyormuşçasına ululayan; Allah’ı bırakıp söz konusu varlıklara veya kendi heva ve heveslerine uyan kişiler, ulûhiyeti Allah’tan başkalarına vermekle “müşrik (çok tanrıcı)” konumuna düşmekte; tek Allah’ın hakkı olan ulûhiyet sıfatını çeşitli varlıklara layık görmektedir.

Kendilerini Allah yerine koyan kişiler ile Allah’tan başka varlıkları Allah’ın yerine geçiren insanlar, ulûhiyetin gerçek anlamının daralmasına neden olmuşlardır. Çünkü Allah’ın yanında başka ilahlar edinip ibadet veya itaat eden insanlar bu yaptıklarının Allah katında suç olmadığını, o ilahların şefaatçi durumunda olduklarını iddia ederler. Onlara göre, yeryüzünde insanlar arasında hiçbir sözü dinlenmemesine, indirdiği dinlerin, hayat düzenlerinin rafa kaldırılmasına rağmen gerçek ilah yine Allah’tır; O’na inanırlar, daraldıkları zaman yalnızca O’na dua ederler, ama günlük hayatlarındaki işlerine Allah’ı karıştırmazlar. Hatta onların bazıları namaz, oruç gibi ibadetleri yalnız Allah’ın huzurunda yapar, heykelden ilahlara tapınmaz, putların önünde saygı duruşunda bulunmaz; böylece kulluğu yalnız Allah’a yaptıkları inancıyla kendilerini Müslüman sayarlar.

Diğer bir kısmı Allah’ı, Kur’an’ı, İslâm’ı, Hz. Muhammed’i (sallallahu aleyhi ve sellem) çok sevdiğini, onların saygıdeğer olduklarını ama yaşanan çağda o kuralların uygulanma şanslarının olmadığını iddia ederler, ama bu dine saygılı olmaları onların Müslüman kalmaları için yeterli bir sebep olduğunu zannederler. Böyle düşüncelerin yaygınlaştığı toplumlar Kur’an’a göre çok tanrıcı (müşrik) oldukları halde, onlar kendilerini hâlâ Müslüman kabul ederler. Kur’anî bir deyimle “dinlerini parça parça yapıp” bazı alanlarda Allah’ın haklarına riayet ederken, genellikle dünya hayatına yönelik işlerinin birçoğunda Allah’ın yerine başkalarını veya kendi düşüncelerini “Biliyorsanız söyleyin, kimindir yeryüzü ve içindekiler?” sorusuna cevap olarak “Allah’ındır” diyeceklerdir. (Mü’minun 84–85) Onlar; ‘Yedi göğün Rabbi kimdir?’ diye sorulunca, “Allah” derler. Her şeyin kaderini elinde bulunduranın Allah olduğunu, yeri ve göktekileri Allah’ın yarattığını, kuruyan toprağı gökten indirdiği yağmurla canlandırıp onunla çeşitli yiyecekler bitirenin Allah olduğunu, vadilerden ırmaklar akıtanın O, üzerine sapasağlam dağlar yerleştirip iki denizin arasında bir engel koyanın O, darda kalmış olanın yakarışını işitip yardım edenin O, denizin ve karanın karanlıklarında yolunu kaybedenlere yol gösterenin O, rüzgarları, güneşi ve ayı insanların yararına sunanın O, yaratanın da öldürenin de kısacası, insanların “tabiat olayları” adını verdiği her şeyin yaratıcısının, yöneticisinin Allah olduğuna inanırlar.

Evrenin bir yaratıcısı olmadığını, her şeyin tesadüf eseri olduğunu kabul eden insan sayısı hiçbir dönemde öyle propaganda yapıldığı gibi büyük rakamlara varmamıştır. İnsanlar tek kelimeyle mükemmel olan bu kâinatın mutlak bir yaratıcısının olduğunu her zaman zorunlu olarak kabul etmiştir. Ateizme bağlananların birçoğu ya akıl hastasıdır, ya da bunalımlıdır veya kendi benliğindeki olumlu duygulara rağmen inatla Allah’ın olmadığını söylemektedir. Ateizm önderlerinin bir çoğu da zaten Allah duygusundan yoksun olarak yaşamayı beceremediğinden intiharı seçmiştir. Durum böyleyken, yani dengesini kaybetmemiş insan yaratılışı, kâinattaki bu düzenin her şeye gücü yeten bir varlık (Allah) tarafından idare edildiğini onayladığı halde, her şeye egemen olan Allah’ın bu dünyaya da egemen olmasına tahammül edemeyip onun gösterdiği kurallarla yaşayamazlar. İşte Allah’ın dışında ilahlar edinme olayı bu yaşantılarında, ekonomide, ahlakta, insan-insan, insan-hayvan, insan-tabiat ilişkilerinde yok sayarlar. O”nun bu konular hakkında indirdiği kuralları uygulamayıp, büyüklerin, din adamlarının, politikacıların, o da olmazsa kendi hevalarının görüşlerini kanun yapıp onlara uyarlar. Hatta bazıları daha da ileri gidip hiçbir kuralı olmayan, isteyenin istediğini yapabileceğine inanan bu insanlar artık kendilerine itaat edenlerin ilahları haline gelmiştir. Onlar düzmece ilahlar, onlara uyanlarsa müşrikler ve sahte ilahların kulları olurlar. Bu tip insanlara Allah soruyor:

“(Rasûlüm!) De ki: Düşündünüz mü hiç, eğer Allah üzerinizde geceyi ta kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka size bir ışık getirecek ilah kimdir? Hâlâ işitmeyecek misiniz?

De ki: Söyleyin bakalım, eğer Allah üzerinizde gündüzü ta kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka, istirahat edeceğiniz geceyi size getirecek ilah kimdir? Hâlâ görmeyecek misiniz? (Kasas 71–72);

“De ki: Ne dersiniz; eğer Allah kulaklarınızı sağır, gözlerinizi kör eder, kalplerinizi de mühürlerse bunları size Allah’tan başka hangi tanrı geri verebilir!” (En’am 46);

“(Müşriklere) de ki: Allah’tan başka ilah edindiğiniz şeyleri çağırın! Onlar ne göklerde ne de yerde zerre ağırlığınca bir şeye sahiptirler. Onların ne göklerde ne de yerde zerre ağırlığınca bir şeye sahiptirler. Onların buralarda hiçbir ortaklığı yoktur, Allah’ın onlardan bir yardımcısı da yoktur.

Allah’ın huzurunda, kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefâati de fayda vermez” (Sebe 22–23)

“…Sizi de annelerinizin karınlarında üç katlı karanlık içinde çeşitli safhalardan geçinerek yaratıyor. İşte bu yaratıcı, Rabbiniz Allah’tır. Mülk O’nundur. O’ndan başka ilah yoktur. Öyleyken nasıl oluyor da (O’na kulluktan) çevriliyorsunuz?” (Zümer 6)

 

Peki, onların Allah’ın yerine koydukları ne yapmıştır, ne yapabilir?

Kendileri yaratılmış olan bu sahte ilahların şu hayatın devamında ne gibi katkıları vardır? Onların ne kendilerine ne de başkasına faydası yoktur. Kur’an-ı Kerim örnekleri ile doludur; Allah’tan başkalarını ilah edindikleri için helak edilen toplumların sahte ilanları yardım edebildi mi onlara?

“Allah’tan başka kendilerine yakınlık sağlamak için ilah edindikleri (şeyler ve kişiler), kendilerinde yardım etselerdi ya! Hayır, onları bırakıp gittiler. Bu onların yalanı ve uydurup durdukları şeydir.” (Ahkâf 28)

Allah’ın yanında kendilerine şefâat ederler ümidiyle atalarının heykellerinin önünde ibadet eden ve bununla Allah’a yakınlaştıklarını zanneden Mekkeli müşrikler, bugün değişik kılıklarda ve görüntülerde Müslüman sıfatıyla aramızda dolaşmakta ve saygı göstermekteler. Atalarının dinini tehdit ediyor diye Hz. Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) düşman olan, ona her türlü işkenceyi yapan müşrikler atalarının izinden gitmeyen Müslümanlara karşı Mekkeliler sokak ortasında içkence yaparken, bugünkü müşrikler binaların bodrum katlarında en gelişmiş işkence aletleriyle konuşturmaya çalışıyorlar Müslümanları. Onlar müslümanı “Ata” dinine döndürmeye çalıştıkça; O, Allah’tan başka ilah, O’ndan başka ilke ve kanun koyacak hiçbir ilah yoktur, “La ilahe illallah” diyerek Allah’a sığınıyor. Ama atalarının izinde yürüyeceğine and içen işkenceciler hâlâ kendilerinin de Müslüman olduğunu, kendilerinin karşı çıktıkları şeyin saf İslam değil, her şeye karışan şeriat olduğunu söylerler. Ama karşı çıktıkları şeriatın Allah’ın mü’minlerden uymalarını istediği İslam hukuku olduğunu anlamak istemezler ve insanların anlamalarını istemezler.

Onların yaptıkları diğer bir hile de, başlarında peygamberin sarığını taşıyan sahte ‘din adamları’nı kiralayıp, para karşılığında kendi isteklerine göre konuşturmaktır. Hem kendi dinlerini ideolojilerini İslam’a uygun gösterip Müslümanların dostluğunu kazanıyorlar, hem de kiralık din adamları kanalıyla Allah’ın indirdiği açık hükümleri Müslümanlardan gizliyor, İslam’ı ahlak ve ibadet dini olarak gösteriyorlar. Camide namaz kıldığı, arada bir mevlit dinlediği zaman dindar bir Müslüman olacağına inandıkları toplumun başına geçen bu Firavun’un çağdaş temsilcileri, yeryüzündeki mülkün idaresini kendi ellerinde tutmak için halkı hizblere (gruplara) bölerler: Şehirli-köylü, zengin-fakir, işçi-işveren, kadın-erkek, ilerici-gerici, sivil-asker-polis. İktidarı elinde bulunduran Firavun kafalı politikacılar, Haman ve Karun’un izinden giden zengin sanayici ve işadamları, bir de Bel’am kılıklı din adamlarını yanına alarak halkı köleleştirirler; ama bunu yaparken de sürekli olarak onların dostu olduklarını vurgularlar. Firavun pozisyonundaki yöneticiler aslında Karunların keselerini doldurmak için seçilmiş “meşru” yöneticilerdir. Sevimli politikacıların arkasına gizlenen Karun’lar Allah’ın insanlar için yarattığı zenginlikleri, kurdukları hileli düzenleriyle kendi kasalarına doldururlar. Kiraladıkları din adamları ise ahiret karşısında bu dünya nimetlerinin ne kadar değersiz olduğunu anlatarak bu sömürü çarkının daha güçlü dönmesine katkıda bulunurlar.

Köleleştirdikleri halka karşı ittifak kuran bu Firavun-Karun-Bel’am üçlüsü kendi ilahlıklarını kabul etmeyen Musa’lar çıktığında toplantılar, “zirve”ler yaparlar ki bu çatlak ses toplumda fazla yankı uyandırmadan susturulsun, Firavun’un düzeninde suçluları yargılayacak olan mahkemeler vardır; karşılaşılan problemleri çözüme kavuşturacak kanunlar, yasalar çıkaran meclisleri vardır. Atalarının dinine göre oluşturduklarını söyledikleri ama daha çok kendi çıkarları doğrultusunda hazırlanmış anayasaları vardır. Müslümanlar için Kur’an ne kadar değerliyse onlar için de o yasalar o kadar değerlidir.

Müslümanlar Kur’an’ın tek harfinin nasıl ki değiştirilemeyeceğine inanıyor, bunu yapanın kafir olup Allah’ın cezasına uğrayacağına inanıyorsa; onlar da bu yasada hiçbir zaman değiştirilemeyecek maddelerin varlığına inanır ve bunu teklif edecek bir Musa çıktığında da Atalarının dinini inkar suçundan zindana atarlar ve sorarlar ona: Biz izin vermeden, yasalarımız müsaade etmeden nasıl propaganda yapabiliyorsun? Cezasını bilmiyor musun? Yoksa sen Atamızın dininden değil misin? İşte bu şekilde bir toplumu oluşturanlar, kurdukları şeytan üçgenine devlet adı verirler ki; Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezler, kendilerini ilahlaştırırlar, köleleştirdikleri halka da kendilerine itaat etmeleri gerektiğini emrederek kul edinirler. Onlar ilah, halk kuldur. Bu halkın arasından çıkan Musa’lar, Allah’ın katında kendilerini kurtarırlar; ama hayatlarını bu düzene adayan köleler, Firavun’u ve ortaklarını kendilerine ilah olarak benimsemekle hem bu dünyalarını hem de ahiret hayatını kendileri için yaşanmaz hâle getirmiş olurlar.

Yanına servet sahiplerini, din adamlarını ve çıkarcı grupları toplayarak halkı üzerinde egemenlik kuran Firavun bir ilah gibi insanlara hükmediyor, her şeyi izne bağlıyordu; bir yanda efendiler diğer yanda işçiler, köleler. Firavun hazırlattığı anayasayla kendini ilah olarak benimsetmişti halkına; Firavun’u sevmeyenler cezalandırılıyordu. Çünkü “Ben diyordu, sizi doğru yoldan başkasına yöneltmiyorum” (Mü’min 29) Kendisini ve halkı gerçeğe yöneltmek için Allah tarafından gönderilen Musa’yı tehdit etti: Ülkede yürürlükte olan benim kanunlarıma uymaz, devleti, getirdiğin dini kurallara göre yönetmek için benimle mücadele edersen ve “Eğer benden başka ilah edinirsen, seni hapse atacağımdan şüphen olmasın” (Şura 29) diyordu. Musa’nın mesajının ülkede yayılmaya başladığını gördükleri an çıkarları tehlikeye düşen Firavun ve yandaşları sorunu görüşmek için bir danışma meclisi oluşturdular ve karar aldılar. Hükümet sözcüsü alınan kararı açıkladı: “Musa ve kardeşi Harun’un büyücü oldukları belli; (insanların beyinlerini yıkadıkları) büyüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak, benimsediğiniz düzeni ortadan kaldırmak istiyorlar” (Tâhâ 63);

“Bırakın da Musa’yı öldüreyim, Rabbini çağırsın bakalım. Bunu yapmazsam (getirdiği güçlü mesajla) dininizi değiştirmesinden ya da ülkede karışıklık (anarşi) çıkarmasından korkuyorum” (Mü’min 26) diye ordularıyla birlikte Musa’nın peşine düşen Firavun, Musa ve inananlar geçsin diye yol olarak açılan denize yürüdüğünde üzerine kapanan dalgalarla boğuşurken “Musa’nın Rabbine inandım” dedi ama artık çok geç olmuştu.

Kur’an’da ibret olarak zikredilen azaba çarptırılmış kavimlerin yaptıklarıyla bu günkü insanların yaptıkları arasında her hangi bir fark yoktur. Helak edilen milletlerin bütün özelliklerini bir arada toplayan günümüz toplumları cezalandırılmaya onlardan daha layık değil midir? Bugün yeryüzünde Allah’ın kanunları yerine insanların kendi heva ve heveslerinden çıkan kanunlar yürürlüktedir. Allah’ın dışında sayısız ilahlar edinilmiştir. İnsanlarda ya bu sahte ilahlara boyun eğmekte ya kendi hevalarına uymaktadırlar. Meyden halkının benimsediği kapitalizm tüm dünyada en acımasız bir şekilde yürürlüktedir. Güçlülerin güçsüzleri ezmesi için kanunlar vardır. Bel’am kılıklı din adamları bütün İslam dünyasında iktidarı elinde bulunduran çağdaş Firavunlara destek olmakta ve Müslüman halka onların şirk düzenlerinin İslam’a uygun olduğunu anlatmaktadırlar.

Gerçek Müslümanlar ise tıpkı Hz. Musa gibi, Hz. İbrahim gibi takip edilmekte, zindanlara doldurulmakta, öldürülmektedirler. Daha önce hiçbir topluluğun işlemediği Lût (aleyhisselam) kavminin fıtrata aykırı fiili bugün bütün dünyada yaygındır. Artık erkek erkeğe, kadın kadına veya hayvanlarla cinsel yakınlaşmalar kanunların himayesinde yapılmaktadır. Mekke müşriklerinin putlara tapma geleneği ise bütün dünyada resmen yürürlüktedir. Her devletin bir veya birkaç putu vardır, önünde saygı duruşları yapılan. Müslüman olduğunu söyleyen insanlar ise Allah’ın düşmanları olan, Allah’ın egemenlik hakkını gasbeden yöneticilerine gönüllü olarak itaat etmekle onları ilah edinmektedir. Ayrıca aynı Mekke müşrikleri gibi kendilerini Allah’a daha da yakınlaştırsınlar diye çeşit çeşit insanları, şeyh, hoca efendi, mürşit adı altında kendilerine ilah edinmekte; Allah’tan daha çok onlardan korkmakta, onların ağızlarına bakmaktadırlar. Yine türbeler, mezarlıklar, ölülerden şifa, merhamet dileyen insanların akımına uğramaktadır. Böyle bir dünyada hâlâ Allah’ın ulûhiyetinin yürürlükte olduğundan bahsedilebilinir mi? İnsanlar her alanda yalnız Allah’a boyun eğmedikleri sürece O’nun ulûhiyetine inanmış olamazlar, her ne kadar “la ilahe illallah” deseler de. La ilahe illallah, ancak nefislerde, ailede, caddede-sokakta, pazarda, camide, devlet dairelerinde, ekonomide, hukukta ve ahlakta; kısaca her yerde Allah’ın kitabı Kur’an’ı yürürlüğe koymakla gerçekleşir. İnsan başıboş bırakılmadığını, yeryüzünde sorumsuz bir varlık değil, Allah’ın temsilcisi, halifesi olduğunu anladığı ve O’nun ilkelerini göz önünde bulundurduğu an yeryüzünde Allah Teâlâ’nın ilahlığı gerçekleşir, ulûhiyet yalnız O’na mahsus olur. (Fedakâr Kızmaz / Şamil İslam Ansiklopedisi)

Şimdi Hüküm konusunu genişçe ele alır isek şu sonuçlar ortaya çıkacaktır;

 

Hüküm Yalnız Allah’a Aittir.

Hüküm: Karar, kanun, yasa, kuvvet, hâkimlik, âmirlik, kumanda, nüfuz, tartışılmaz dinî kaide manalarına gelir. “Lillâhi” kelimesi “hüküm” le birlikte ele alınırsa hükmün Allah’a ait olduğunu ifade eder. Hüküm, hâkimiyet, yönetim başkasına değil, ancak Allah’a aittir. Kur’an-ı Kerim bu gerçeğin önemine binaen birçok ayetler getirerek, tüm insanları ve özelliklede hüküm verme yetkisini elinde bulunduran ve saltanatın gerçek sahibi olduğunu iddia edenleri uyarmıştır. Neden hüküm insanlara değil de Allah’a aittir?

Âlemde varlık ya yaratandır; yada yaratılan. Yaratmak, bir şeyi yokluktan vücuda getirmektir. Varlığı vücuda getirmek için o vücuttan önce var olmak gerekir. Âlemde her eşyanın varlığının bir başlangıcı vardır. Her varlık, kendi varlığının yokluğunda var olan yaratıcı bir güce muhtaçtır ki var olsun. O yaratıcı gücün de, bir eseri vücuda getiren sanatkârın sanat dâhiliğine sahip olması gibi, yaratma dâhi âlim, kudretli, yarattığı eşyadan daha önce var olması icab eder. Sonsuzluk ifade eden bu özellikler ise âlemde var olan hiçbir şeyde sınırlı güce ve hayata sahip hiçbir insanda mevcut değildir. Her geçen gün gücü tükenen, dehâsı bir başka dehânın gölgesinde kalan, bilgisi ve ömrü zamanla sınırlı, sultanlığı bir başkasına miras kalan, âleme hükmettiğini sandığı bir zamanda mikroskopla dahi görülmeyecek derecede küçücük mikroplara mağlup olan, gönlünde yer eden maddeciklere meftun olan kâinatın en değerli varlığı insan, bu yetenekleriyle yaratıcı olamazken, insanın emrine verilen eşya elbette yaratıcı olamaz. “Rabbiniz Allah, işte budur. O’ndan başka ilah yoktur. (O), her şeyin yaratıcısıdır. O’na kulluk edin…” (En’am 102)

her şeyin yaratıcısı olmak, onu nihâyete kadar en iyi terbiye ve idare etmeyi de gerekli kılar. Ancak bu gereklilik yaratıcının lütüf ve adaletinin neticesidir, yoksa O’na sorumluluk ve mecburiyet yüklemez.

Kâinatın yaratılmasından bu güne eşyanın deveranında, sevk ve idaresinde, var ve yok oluşunda en ufak bir nizamsızlık, uyumsuzluk dengesizlik ve anarşi görülmemiştir. Her gün güneş doğudan doğar; toprak ve dişiler analık görevini yapar; gece gündüzü takip eder, gündüz geceyi; sema ve arz canlıların yaşamasına elverişliliğini sürdürür “…O, yedi göğü birbiri üzerinde tabaka tabaka yarattı. Rahman’ın yaratmasında bir ayrılık, uygunsuzluk göremezsin. Gözü(nü) döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözü(nü) iki kez daha döndür (bak). Göz (aradığı bozukluğu bulamaz), hor, hakir ve bitkin, (bir bozukluk görmekten) ümidini kesmiş bir halde sana döner.” (Mülk 3-4)

En küçük zerrelerden en büyük âleme kadar bütün cihan kendini yoktan vücuda getiren, bununla kalmayıp yok olacağı kıyamete kadar muazzam bir ahenk içinde, verdiği emirle, sevk ve idare eden çok yüce bir sanatkârın eseridir. “Rabbiniz o Allah’tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra (emri), Arş üzerinde hükümran oldu. (O), geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratan O’dur). İyi bilin ki, yaratma ve emir O’nundur. Alemlerin Rabbi Allah, ne uludur.” (A’raf 54)

Alemi en iyi idare etmek ve idare için gerekli emirleri vermek, onu en iyi tanıyan biri tarafından yapılabilir. Onu en iyi tanıyan da şüphesiz onu yaratandır ki, o da ALLAH’tır Karnını doyurduğu işçisine emir verme yetkisini kendinde bulan insan, kendini yaratan ve doyuran Hâlikına neden emir verme yetkisini tanımasın. Kaldı ki insanın verdiği emir zaman zaman zulmü, sömürüyü, anarşiyi içerdiği halde, Allah’ın emri adaletin ta kendisidir. En adil davrandığını sandığı bir zamanda bile insan ya zaafından kaynaklanan hatalara düşer, ya bir grubun diğer bir grup üzerinde hâkimiyetini sağlar, ya da sınırlı bilgisiyle geleceğe yönelik değil ancak içinde bulunduğu zamana göre hüküm verir. Böylece her devirde emrindeki eksiklik bütün çıplaklığıyla eksikliğini ve yanlışlığını hissettirdiğinden emri değiştirmek zorunda kalır. Oysa ilâhi ilim geçmiş ve geleceği kuşattığından (İlahlığın gereği) O’nun verdiği emir tümüyle adil, cihanşümul ve mükemmeldir. Ayrıca yaratma gücüne sahip olan Allah, kullarının emir vermedeki zaaflarını ve eksikliklerini bildiği için, dünya ve ahiret saadetlerine teminat olarak emir verme yetkisini de kullarına değil kendisine tahsis etmiştir.

Bu kâinatta hüküm;

“Yalnız Allah’ındır.” (Yusuf 40, 67);

“Hüküm O’nundur.” (Kasas 70, 88);

“Artık hüküm yüce ve büyük Allah’ındır.” (Mü’min 12);

“Hüküm vermek Allah’a aittir.” (Şûra 10);

“Hüküm veren Allah’tır.” (Ra’d 41);

“Hüküm vermek yalnız Allah’a aittir.” (En’am 57);

“Doğrusu hüküm yalnız O’nundur.” (En’am 62);

“O, hiç kimseyi hükmüne ortak kabul etmez.” (Kehf 26) ve daha birçok ayette de belirtildiği gibi Allah Teâlâ’nındır.

Yüce Allah’ın, insanları ve cinleri ancak kendisine kulluk etsinler diye yarattığını (Zariyat 56) ifade ettiği ayet-i kerimeden insanın yaratılma gayesinin kulluk, emir alma ve emre itaat etme olduğunu öğreniyoruz. Aksine hareket eden insanın kendi yaratanını inkâr ve O’na isyan etmesi onu elim bir azaba sürükler. Bu inkâr ve isyanı cümlesinden olarak, insan Allah’ın hükümlerinin yetersizliğini ileri sürse ve o yasaların peşine düşerek geri çevirmeye çalışsa dahi buna güç yetiremez. Çünkü “Hüküm veren Allah’tır, O’nun hükmünün arkasına düşüp O’nu geri çevirecek yoktur.” (Ra’d 41)

O’nu hükmünden geri çevirecek insan bulunmadığı gibi hükmüne ortak olacak, hükümleri beraber koyacak O’na eş bir varlık da yoktur. Çünkü “O, hiç kimseyi hükmüne ortak kabul etmez” (Kehf 26) Buna rağmen insan kendince Allah’ın hükümlerini yetersiz bulur, kâinatı  elinde bulunduran yüce Mevlâ’ya ortak olmaya kalkar ve kendisi hükümler koyar. Kendi koyduğu hükümleri (yasaları) de zaman değiştikçe değiştirmek zorunda kalır. Hâlbuki “Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil mi(dir)?” (Tin O’nun koyduğu hükümler kıyamete kadar ebedî olarak kalıcıdır.  Ve “O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır” (Yunus 109, A’raf 87, Yusuf 80) Hem “Anlayan bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?” (Maide 50)

Allah’ın hükümlerini bilmekle her şey bitiyor mu? “Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan (verdiğin hükme gönül hoşluğu ile razı olup) tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olamazlar.” (Nisa 65)

Cenâb-ı Hak, Peygamber efendimize ve onun şahsında insanlara şu ültimatomları vermiştir:

“Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların keyiflerine uyma ve onların, Allah’ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın. Eğer dönerlerse bil ki Allah bazı günahları yüzünden onları felakete uğratmak istiyordur. Zaten insanlardan çoğu yoldan çıkmışlardır. (Maide 49)

“(Ey Rasûlüm), sana her ne vahyediliyorsa ona tabi ol. Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” (Yunus 109)

“(Ey Rasûlüm), biz sana kitabı gerçek ile indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin. (sakın) hainlerin savunucusu olma.” (Nisa 105)

(Ey Rasûlüm) O halde Rabbinin hükmüne sabret ve onlardan hiçbir günahkâra yahut nanköre itaat etme.” (İnsan 24)

“İnkâr edenler sana gelip de başka hüküm verenler aradıkları zaman onlara deki: “Allah, size kitabı açıklanmış olarak indirmiş iken ben O’ndan başka bir hakem mi arayayım?” İnanmışlara gelince, kendilerine kitap verdiklerimiz O (Kur’an)’ın gerçekten Rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler; onun için hiç kuşkulananlardan olma” (En’am 114)

Peygamberler Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmederler ve onlar haksızlık yapmazlar. Allah’ın hükmünde haksızlık yoktur ama zâlimler kendilerine haksızlık yapılacağını zanneder ve korkarlar. Allah’ın onlara cevabı serttir. Allah Teâlâ şöyle buyurur. “Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe mi ettiler? Yoksa Allah’ın ve Rasûlünün kendilerine haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır, onlar zâlimlerdir.” (Nur 50)

İnsanlar, İslam fıtratı üzere doğmalarına rağmen yaşayış biçimlerine göre mümin, münafık ve kâfir statüsüne tâbi olurlar. Allah’ın hükümleri söz konusu olunca “Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman inananların sözü ancak ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir (Başka bir şey demeleri, itiraz etmeleri imanla bağdaşmaz). İşte umduklarına erenler bunlardır” (Nur 51) Ama bir zamanlar “İnsanlar bir tek ümmet idi. Allah, peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi, anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin diye o peygamberlerle beraber gerçekleri içinde taşıyan kitap indirdi. Oysa kendilerine kitap verilmiş olanlar kendilerine açık deliller geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü o (kitap hakkında) anlaşmazlığa düştü(ler). Bunun üzerine Allah kendi izniyle inananları, onların üzerinde ihtilâf ettikleri gerçeğe iletti. Allah dilediğini doğru yola iletir” (Bakara 213) Peygamber (Hz. Şuayb) de bu konuda şunları söylüyordu: “Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilene inanmış, bir kısmı da inanmamış ise, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O, hükmedenlerin en iyisidir.” (A’raf 87)

Yahudilerin de; “içinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken seni nasıl hakem yapıyorlar da ondan sonra da dönüyorlar (verdiğin hükme razı olmuyorlar). Onlar inanıcı değillerdir.” (Maide 43) ayetinden anlaşıldığı gibi Allah’ın hükmüne tabi olmadıklarını görüyoruz. Diğer insanlara gelince “Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağırıldıkları zaman hemen onlardan bir grup yüz çevirir. Eğer hüküm kendi lehlerine olursa itaat ederek gelirler. (Nur 48,49) Benû Kureyza Yahudilerinden bir grubun, zina eden Hayber Yahudilerinden iki kişi hakkında hükmüne müracaat ettikleri Hz. Peygamber, Tevrat hükmünce onların taşlanması (recm edilmesi) gerekeceğini söylemişti. Yahudiler, “Tevrat’ta böyle bir hüküm yoktur” dediler. Gerçeği bildikleri halde Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) recmden başka ceza vermesini istiyorlardı. Cenab-ı Hak meseleye ışık tutan ayetinde şöyle buyuruyor: “Ey Peygamber, kalpleriyle inanmadıklar halde ağızlarıyla ‘inandık’ diyen (münafıklarla) durmadan yalan dinleyen, senin huzuruna gelmeyen diğer bir kavim (Hayber Yahudileri) hesabına casusluk edenler (Kureyzaoğulları)dır. Kelimeleri (Allah tarafından) yerlerine konulduktan sonra bir tarafa atarlar (Zina eden evliler hakkında Tevrat’ta bulunan hükmü değiştirirler); ve ‘Eğer size şu (fetva) verilirse onu alın, şayet o verilmezse onu (kabul etmekten) çekinin’ derler…” (Maide 41)

Göklerin ve yerin mülkünün, saltanatının Allah’a ait olduğunu (Maide 40) bilen ve mülk sahibinin kendi mülkünde hâkim olduğuna inanan müminler, ihtilaf ettikleri her problemin çözümünü Allah’a ve Rasûlüne götürürken (Nisa 59) Kur’an’a ve diğer ilahi kitaplara inandıklarını iddia edenler ise “tâğutların önünde muhakeme olunmalarını isterler. Oysa onları tanımamakla emrolunmuşlardı…” (Nisa 60) İşin gerçeği; ayrılığa düşülen herhangi bir şeye hüküm vermek Allah’a aittir. (Şura 10)

Bir kısım insanlar Allah’ın hükümlerini sadece dilleriyle kabul ederler de gönülleriyle ve fiilleriyle kabul etmezler. Bunlar hakkında Allah’ın hükmü: “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte kafirler, zalimler ve fasıklar onlardır.”(Maide 44,45,47) İnsanlar Allah’ın indirdikleriyle hükmetseler de, hükmetmeseler de “O, kendisinden başka tanrı olmayan Allah’tır. İlkte de, sonda da (dünyada da ahirette de) hamd O’na mahsustur.” (Kasas 70) “Hüküm de O’nundur ve O’na döndürüleceksiniz” (Kasas 88).

Dünyada iken O’nu inkâr edenler de, inkâr etmeyenler de, zalimler de, mazlumlar da O’na döndürüldükten sonra “O gün mülk Allah’ındır. (O) onların arasında hükmeder” (Hac 56, En’am 57,62)

Kâinatın, yüksek değerinden, “Biz insanı en güzel şekilde yarattık” (Tin 4); “Andolsun biz insanoğullarını şerefli kıldık…” (İsra 70); “Allah’ın göklerde olanları da yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz?” (Lukman 20, Ra’d 2, Hac 65, İbrahim 32-33, Nahl 12-14) gibi ayet-i kerimelerde Yüce Allah insanı diğer yaratıklara üstün kıldığını anlatıyor.

Bir toplum aklı gideren içkiyi; nesli soysuzlaştıran zinayı; dini dejenere eden ve hiçe sayan hurâfe ve küfrü; canı ucuzlatan anarşi ve terörü (gerçek anarşi Allah’ın sistemine karşı gelmektir); malı yok eden kumar, rüşvet ve israfı meşru görür, haklının değil kuvvetlinin yanında yer alır bunları da beşeri sistemlerinin müsâmaha ve müsaadeleri gölgesinde yaparsa, hiçbir şeyin güvence ve teminatı söskonusu olamaz. Beşerin insanca yaşayabilmesi, adaletin zerrece şüphe edilmeyen Allah’ın hükümlerine bağlı kalmakla mümkün olabilir. Çünkü O “hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil midir?” (Tin . (Cengiz YAĞCI/Şamil İslam Ansiklopedisi)

Evet, yükümlü olan kullar, kendileri için neyin gerekli, neyin gereksiz, neyin serbest ve neyin yasak olduğuna karar veremezler. Buna karar verecek merci, onları yaratan, denetimi altında bulunduran, bütün ihtiyaçlarını karşılayan, analarından dah merhametli olan ve kendilerine şah damarlarından daha yakın olan yüce Allah’tır.


Ebu Muhammed

 

 

 

 

 

 
   
 
   
Bugün 2 ziyaretçi (5 klik) kişi burdaydı.Allah arttırsın.
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol