teblici
 
  Ana Sayfa
  İletişim
  Fatiha suresinin tefsiri
  Küfür olan davraniş ve sözler
  Küfür sistemi bayramlari
  Temyiz etrafındaki şüpheler
  Forum
  Tekfirde ölçülü olmak
  VAAZ
  Kütüphane
  Tekfircilere Cevap
  Temyiz ve Yusuf kıssası
Tekfirde ölçülü olmak
MUKADDİME Hamd, âlemlerin Rabbi Allah içindir. Salât ve selam peygamberimiz Hz. Muhammed’e,O’nun âline,ashabına ve kıyamete kadar O’nun yolunu takip eden şehidler, sıddıklar ve salihlerin üzerine olsun. Rabbim bizleri de salih kullar zümresine katsın. Allah ayağımızı sırat-i müstakimde sabit kılsın.Allah bizlere hakkı hak olarak bilip anlamayı ve hakka teslim olmayı, batılı da batıl bilip ondan uzaklaşmayı nasip etsin.Allah basiretimizi arttırsın, İslâm’ı bütün incelikleri ile anlayıp kavramayı nasip etsin. (Âmin!) “Ey Allah’ın kulları..! Yaşam rahatlığı, hayır çokluğu ve rızık bolluğu Allah’tan hakkıyla korkmanın meyvesidir. Allah Teala’dan hakkıyla korkun ki, Allah da size merhamet etsin. Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve Peygamberine inanın ki 0, size rahmetinden iki kat versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nur lutfetsin; sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Hadid 28) Ey Müslümanlar..! Ümmetin hali hakkında duyarlı olanlar, onun fitne tufanı arasında yaşadığından şüphe etmezler. Fakat bu arada açıkça görülen bir fitne ve bela var ki müslümanlar tarih boyunca onunla imtihan edilmişlerdir.Bu,ümmetin kendisinden çok çektiği, acısını tattığı ve zaman zaman sıkıntısını yaşadığı bir fitnedir. Bu fitne çok kan dökme ve ardından da bir takım belalar ve felaketler getirmiştir. Özetle o “zanna dayalı tekfir”; mayınlı bir tarla, delik bir gemi, pis bir bataklık ve kesin bir tehlikedir. Onunla ayaklar kaymış, anlayışlar sapmıştır. Dolayısıyla o, hatırlatmayı ve üzerinde düşünmeyi, daha da ötesi şiddet ve terör içerisinde ümmetin yaşadığı faciaların yenilenmemesi için uyarıcı bir çığlığı gerektirmektedir. Kesin olarak şunu söyleyebiliriz ki, bunun kınamayı ve tedaviyi gerektiren bir olgu olduğu sizler tarafindan bilinmeyen bir şey değildir. Bu fitne, tekfirde aşırılık fitnesidir ve başka birçok fitneye yol açması fitne olarak ona yeter. İslâm kardeşleri..! Tekfir konusundaki cüretkarlık büyük bir kötülük ve tehlikedir. İslâm ümmetine bir çok acılar ve kötü sonuçlar tattırmıştır (Haricilerin yaptıkları gibi). En ufak bir Allah korkusuna ve dindarlığa, azıcık bir ilme ve zerre kadar ciddiyete sahip olan kimse tekfirde acele etmez. Kalpler bu işe karşı çıkar ve nefisler ondan çekinir. İmam Şevkani rahimehullah şöyle der: “İşte burada dinde taassubun müslümanların çoğuna getirdiği nedeniyle ne bir sünnet, ne bir Kur’an, ne de Allah’tan bir açıklama ve delil olmaksızın birbirlerini tekfir ile suçlama nedeniyle gözyaşları dökülür, İslâm ve İslâm ehli üzerine ağıtlar yakılır. Daha da ötesi, dinde taassup kazanları kaynayıp kovulmuş şeytan müslümanların birliğini parçalamayı başarınca, havada uçuşan toz ve çöldeki serap misali asılsız yükümlülükleri onlara yükler. Dindeki en büyük felaketlerden biri olan bu felaket ve müminlerin yoluna zarar veren musibetlerden biri olan bu musibet nedeniyle müslümanlara yazık!..” ve şöyle der: “Müslümanın ırzının korunmasının ve ona hürmet edilmesinin gerekliliğine işaret eden deliller, anlam olarak müslümanın dinine en ufak bir şekilde dil uzatmaktan uzak durmaya da delalet etmektedir.” “De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: On’a hiç bir şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya iyilik edin. Yoksulluk endişesinden dolayı çocuklarınızı öldürmeyin. Çün¬kü sizin de onların da rızkını Biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Hak ile olmadıkça Allah’ın haram kıldığı canı öldürmeyin. İşte, akıl edersiniz diye size bunları emretti.” (En’am 151) “Ey iman edenler! Kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Al-lah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları) nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.”(Nisa 135) “Ey iman edenler! Adil şahidler olarak, Allah için hakkı ayakta tutun. Bir toplulu-ğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olan-dır.”(Maide “Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup sakınmakta olanlar için ahiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?”(En’am 32) “Akrabaya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. İsraf ederek saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür.”(İsra 26-27) “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca ulaşabilirsin.”(İsra 36-37) “Dillerinizin yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla şuna helal, buna haram demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa ermezler.”(Nahl 116) “Yalanı, yalnızca Allah’ın ayetlerine inanmayanlar uydurur. İşte yalancıların asıl kendileri onlardır.”(Nahl 105) TEKFİRCİLERE REDDİYE Günümüzde maalesef çoğumuzun şahit olduğu gibi birtakım insanlar, Kur’an-ı Kerim ayetlerini kendilerince yorumlayarak, birçok meselede hadlerini bilmeyerek aşırıya gidip tekfircilik yapıyorlar. Bu ayetlerden bazıları şunlardır: “Dinde zorlama (baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apa-çık ayrılmıştır. Artık kim Tağut’u tanımayıp Allah’a inanırsa, o sapasağlam bir kulba yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir.” (Bakara 256) “Sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara imân ettiklerini iddia edenleri görmez misin? Kendisini inkâr etmekle emrolundukları halde, Tâgut’un hükmüne başvurmak istiyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün sap-tırmak ister.” (Nisa 60) Bu iki ayeti delil gösterip bazı iddialar öne sürerek yapılan aşırılıklar: Küfür devletinde... 1. Kimlik kullanmak küfürdür, 2. Vergi vermek küfürdür, 3. Resmi evlilik muamelesi yaptırmak küfürdür, 4. Ne şekilde ve hangi şartla olursa olsun, mahkemeye gitmek küfürdür, 5. Mahkemeye yakalanıp zorla götürülse dahi o mahkemeye ifade vermek, velev ki “suçsuzum” dese dahi küfürdür, 6. Bu mahkemeler için savunma amaçlı avukat tutmak küfürdür, 7. Bu mahkemelerin verdiği karara itiraz edip temyize göndermek küfürdür. Diyenlere; Amacım tüm bu konuları tek tek Kur’an ve sünnet ışığında aydınlığa kavuş-turmaktır inşa’allah;gayret bizden yardım Allah subhanehu ve teala’dandır. Fasıl Şunu ifade etmek kaçınılmazdır ki haramlar ve farzlar kat’i deliller ile ispat edilirler. Bunun gibi imân ve küfür de yine bu şekilde kat’i delillerle ispat edilirler. Kişi haramı veya farzı “bence” veya “bana göre” gibi sözlerle veya zanni delillerle ispat edemez. Hele hele imân ve küfür gibi hükümlerde ise bunu kesinlikle yapamaz. Eşyada asıl olan mübahlıktır. Bizler yeryüzünde olan her şeyin öncelikle mübah olduğuna kanaat getiririz;kat’i delil-lerle bunun yasak olduğu ispat edilirse işte o zaman biz de yasaklığını kabullenir ve buna göre hareket ederiz. Tabiî ki bu müslümanın yaklaşımıdır. Bid’at ehli sapık ve kâfirlerin yaklaşımı ise delilsiz ve mesnedsiz heva ve hevesinden hükümler icad ederek rastgele “şu helaldir, şu haramdır” diyerek Allah adına yalan uydurmaktır. Allah Teala şöyle buyuruyor: “Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak “Bu helâldir, şu da haramdır” demeyin, çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.” (Nahl 116) “Yalanı, yalnızca Allah’ın ayetlerine inanmayanlar uydurur. İşte yalancıların asıl kendileri onlardır.” ( Nahl: 105) Tağut’u reddetmenin imânın gereği olduğundan hiçbir şek ve şüphe yoktur. Reddetmeyenlerin de kâfir olduklarında şek ve şüphe yoktur. Ancak maalesef birçok insan tağut’u red edeyim derken ölçüsüz davranarak ifrat veya tefrit uçurumuna düşebiliyor. Bazıları tağut şeytandır deyip onun dışında hiçbir tağut kabul etmeyerek tağut’a kul oluyor, bazılarıda tağut’u reddediyorum diye heva ve hevesine uyarak İslâm’da hükmü olmayan veya caiz olan veya ulema (ilim ehli ) arasında dahi ihtilaflı olan bazı mesele-lere küfür diyerek bizzat kendileri tağut konumuna düşme aşırılığına gidiyorlar. Tabiî ki bütün bunların sebebi “tağut” tanımının tam manasıyla idrak edilememiş ol-ması ya da hangi durumdaki hükmün tağut’un hükmü olduğunun anlaşılamamasıdır. Bu sebeple önce “Tağut”un tanımını yapalım. Sonra da küfür olan yani tağutun hükmü olan hüküm ile tağutun kanun ve kurallarında yeraldığı halde, asıl menşei İslâm olan hükmün tağutun hükmü olamayacağını açıklayalım. Tağut: “Tuğyan” (azgınlık) kökünden mübalâğa kipiyle bir cins ismidir ki aslı “ceberût = zorbalık” gibi “tağavut” olup, yer değiştirmekle “tavagut” yapılarak “vâv”, “elif”e çevrilmiştir; tekile, çoğula, erkeğe, dişiye söylenir. Tuğyanın (azgınlığın) kendisi kesilmiş, isyankâr, azgın, azman, azıtgan demek gibidir. İbnü Cerîr et-Taberî’nin tarif ettiği gibi, Allah’a karşı isyankâr olup zorla, zorlama ile veya gönül rızasıyla kendisine tapınılıp mabud tutulan, gerek insan, gerek şeytan, gerek put, gerek dikili taş ve gerekse diğer herhangi bir şey demektir. Bunun tefsirinde “şeytan veya sihirbaz yahut kâhin ya da insanların ve cinlerin, inad edip büyüklük taslayanları veya Allah’a karşı mabut tanınıp buna razı olan Firavun ve Nemrud gibiler veya putlar diye çeşitli rivayetlere de rastlanır. Ebu Hayyan der ki: “Bunların birer örnekle açıklanması gerektir. Çünkü tağut bunların her birine hasredilmiştir.. ” Yukardaki tarif, bunların hepsini içine almaktadır. Bununla birlikte Kâdî Beydavî bu hususa: “Allah yolundan menedenler” fırkasını da ilave etmiştir ki, daha genel bir tarifi içerir. Çünkü bunu yapanlar, mabud tanınmış olmayabilir. Şu kadar ki, bu da “Heva ve hevesini ilâh edinen kimseyi gördün mü?” (Câsiye 23) âyeti gereğince kendi hevasına uyup kendi kendine mabut rütbesi vermiş sayılabileceği düşünülürse önceki tarife dahil olacaktır. (ElmalılıTefsiri) Arapça “Tağut” kelimesi sözlük anlamıyla sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur’an bu kelimeyi Allah’a isyan eden, Allah’ın kullarının hâkimi ve mâliki olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır. Allah’a isyan üç derecede olabilir: 1) Eğer bir kimse kendisinin Alah’ın kulu olduğunu kabul eder, fakat pratikte O’nun emirlerinin aksini yaparsa buna fasık denir. 2) Bir kimse Allah ile irtibatı koparır ve başka birisine bağlanırsa buna kâfir denir. 3) Eğer bir kimse Allah’a isyan eder ve O’nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o zaman bu kişiye tağut denir. Böyle bir kimse şeytan, rahib, dinî veya politik lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tağutu reddetmedikçe Allah’a inanmış sayılamaz. (Mevdudi) Bu açıklamalardan özetle anlaşılan tağut,Allah’ın emir ve kanunlarına muhalif kanun koyup emir verendir. Demek ki kişi Allah’ın hükmüne muhalif hüküm koyduğu zaman tağut oluyor; o zaman bu kanuna hiçbir geçerli mazeret yokken isteyerek itaat etmek küfürdür. Ayrıca tağut, tövbe edip İslâm’a girmediği halde İslâm’a mutabık (islamda var olan) ya da İslâm’a zıt olmayan kanun koyarsa bu o tağutu küfürden kurtarmaz. Bununla beraber o tağutun İslâmi kanunlara uyan hükümlerine itaat eden ve o hükümlerden yararlanan kişi kâfir değildir. Şimdi bu meseleyi aydınlataacak ayet, hadis ve muteber kaynaklardan izahlar verelim. * Birinci örnek: Bilindiği gibi Yûsuf aleyhisselam Mısır azizinin karısının teklifini kabul etmediği zaman kadın saldırmış, Yûsuf’da kaçmıştı. Kapının önünde azizle karşılaştılar; kadın Yûsuf’un kendisine saldırdığını, Yûsuf’da kadının kendisine saldırdığını iddia etti. Bunun üzerine aziz, onları mahkeme etti veya ettirdi; sonra suçlunun kadın olduğunu anlayınca şöyle dedi:“Yûsuf, sen bundan vazgeç. Sen de (kadın) günahın dolayısıyla bağışlanma dile. Doğrusu sen günahkârlardan oldun.”(Yûsuf.29) “Yûsuf sen bundan vazgeç” sözlerini söyleyen, şahitlik eden şahıstır. Buradaki “Yûsuf” nidadır ve “yâ Yûsuf” demektir. Nida harfi hazfedilmiştir. “Bundan vazgeç” yani bunu kimseye söyleme ve bunu gizle! demektir. Daha sonra kadına yönelerek şöyle dedi: “Ey kadın Sen de günahının bağışlanma-sını dile” yani kocandan bu günahını affetmesini, seni cezalandırmamasını iste. “Çün-kü sen gerçekten günahkârlardan oldun.” (Kurtubi) “Bu sözleri söleyen şahitlik eden şahıstır, yani onları mahkeme eden kişidir” görüşünü alırsak, Yûsuf onların mahkemesine itaat etmiş oluyor. Çünkü Yûsuf, o kadından yüzçevirdi ve aralarında geçen hadiseyi bir sır ola-rak sakladı, kimseye söylemedi. Bunu gizlemesini isteyen de mahkemeyi yapan şahıstı. Kurtubi bunun mahkeme olduğunu söylüyor. Kadının yakınlarından şahitlik eden kişi: “Kadının yakınlarından bir şahit de şöyle şahitlik etti...” buyruğundaki şahitliğin sebebi; iki tarafın söyledikleri birbiriyle çelişince, hükümdarın kimin doğru, kimin yalan söylediğini bilmek için şahide ihtiyaç duymasıydı. O bakımdan kadının yakınla-rından birisi şahitlik etti. Yani onun yakınlarından bir hâkim hüküm verdi. Çünkü söyledikleri bir hü-kümdü, bir şahitlik değildi. (Kurtubi) Şöyle de denilmiştir; Hz. Yûsuf’a bundan vazgeç, kadına da bu işten ba¬ğışlanma dile diyen kişi, onun kocası olan hükümdardır. Bu hususta da iki görüş vardır. Birinci görüşe göre kocası pek öyle kıskanç bir kimse değil¬di, bundan dolayı hiçbir tepki göstermeyip hareketsiz kalmıştı. Mısır aha¬lisinin bir çoğunda kıskançsızlık mev-cuttur. İkinci görüşe göre ise yüce Al¬lah ondan kıskançlığı çekip aldı. Ayrıca hükümdarda Yûsuf’a karşı bir ince¬lik ve bir nezaket vardı. Böylelikle Hz. Yûsuf bu badireyi atlattı ve kadını da affetti. (Kurtubi) Eğer bu sözü kadının kocası söyledi ise, O vezir müslüman değildi buna rağmen Yûsuf onun bu emrine itaat etti. Yine zindanda iken kralın zindandan çık emrini, suçsuzluğunun ortaya çıkarılması şartı ile kabul etti. Buna “Yûsuf kralın emrine uymamak (itaat etmemek için) hemen çıkmadı” diyenler olacaktır; Hatta hz. Yusuf’un bu hareketinin imanın gereği olduğunu aksi halde tağut olan kıralın hükmünü kabul etmek olacağı, dolayısıyla kafir olunacağını söyleyenler olabilir. Meseleye ön yargı ile yaklaştığından dolayı gerçekleri göremeyen bu insanlara biz de deriz ki Rasulullah bunun yapılabileceğini şu hadisi şerifinde bizlere bildiriyor: Tirmizi, Ebu Hureyre’den, Rasûlullah’ın şöyle buyurduğunu nakletti: “Bilin ki, Yûsuf kerim oğlu kerim, Yakub’un oğlu, İshak’ın oğlu, İbrahim’in oğlu olan bir peygamberdir. Eğer ben Yûsuf’un kaldığı kadar hapiste kalsaydım, ondan sonra da kralın elçisi bana gelseydi, hemen elçinin davetine icabet eder ve hapisten çıkardım” diye buyurduktan sonra Hz. Peygamber sözkonusu ayeti kerimeyi okudu. Bu hadiste Hz. Yûsuf ’un sabrının kuvveti, fazileti ve sebatının yüceliği vurgulanmaktadır. Şimdi sormak lazım: “Acaba tağutun hükmüne h.z. Yusuf gibi itiraz ederek dinde kalmak mı yoksa sümme haşa efendimiz s.a.v.in yapardım dediği gibi yapıp tağutun hükmünü kabul ederek haşa küfre mi girmek daha doğru olur”? Ne dersiniz ey tekfirci zihniyet sahipleri..? *Bir başka örnek: Yûsuf kraldan Mısır’ın yönetimini istedi, yani kralın Mısır yönetimine kendisinin getirilmesine karar vermesini istedi. “(Yûsuf) Dedi ki: “Beni (bu) yerin (ülkenin) hazineleri üzerinde (bir yönetici) kıl. Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim.” (Yûsuf 55) *Başka bir örnek: Kureyşli Amr bin Lüheyl Mekke’ye ilk putperesliği getiren tağuttur. Onun küfür olan hükümleri yanında küfür olmayan, aslı İbrahim’in dinine dayanan hükümleri de vardı. İslâm dini bu hükümlerin kimini olduğu gibi alıp kabul etti kimini de bazı düzetmelerle aldı. Amr bin Luheyl’in İslâm’a uyan hükümlerine misal: Haram aylara saygı- Kâ-be’ye hürmet- Hacılara su dağıtmak ve sair. *Bir örnek daha: Rasûlullah (s.a.v) zamanında da sahabe Safa ile Merve arasında tavaf etmenin cahiliye hükmü olduğu ve bu sebeple caiz olmayacağı zannına kapıldılar da Allah şu ayetini indirdi: “Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah’ın alâmetlerindendir. Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında güzelce ta¬vaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur. Gönül isteği ile her kim bir hayır işlerse gerçekten Allah, şükredenlerin ecrini ve¬ren ve herşeyi çok iyi bilendir.” (Bakara 158) Ayetlerin Anlaşılmasına ve Nuzûl Sebeplerine Dair Rivayetler Buhârî Asım b. Süleyman’dan rivayetle şöyle demiştir: Enes b. Mâ-lik’e Safa ile Merve hakkında sordum. Şöyle dedi: Biz bunların (arasında ta¬vaf etmenin) cahiliyye işlerinden olduğu görüşünde idik. İslâm gelince oralardan uzak durduk. Yüce Allah’da: “Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah’ın alâmetlerindendir. Her kim Beyt’i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur...” buyruğunu indir¬di.” Tirmizî Asım b. Süleyman el-Ahvel’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Enes b. Malik’e Safa ile Merve hakkında soru sordum da şöyle dedi: Safa ile Merve cahiliyye döneminin şe’airinden (alâmetlerinden) idi. İslâm gelince ondan uzak durduk. Bunun üzerine Yüce Allah: “Şüphe yok ki Safa ile Mer¬ve Allah’ın alâmetlerindendir. Her kim Beyt’i hacceder ve umre yaparsa onlar arasında güzelce tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur...” buy¬ruğunu indirdi. (Devamla) dedi ki: Bu ikisi arasında tavaf (yani sa’y) tatavvudur. (Nitekim yüce Allah daha sonra şöyle buyurmaktadır:) “Gönül iste¬ğiyle kim bir hayır işlerse gerçekten Allah şükredenlerin ecrini veren ve herşeyi çok iyi bilendir.” Tirmizî der ki: Bu hasen, sahih bir hadistir.” İbn Abbas’tan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Cahiliyye döneminde şeytanlar bütün gece boyunca Safa ile Merve arasında sesler çıkartırlardı. Bu ikisi arasında putlar da vardı. İslâm gelince müslümanlar: Ey Allah’ın Rasûlu!dediler; biz Safa ile Merve arasında tavaf etmeyiz. Çünkü bunlar şirk (koşu¬lan) varlıklardır. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil oldu. eş-Şa’bi der ki: Cahiliyye döneminde Safa üzerinde İsaf, Merve üzerinde de Naile adında birer put vardı. Tavaf yaptıklarında bu putlara sürünürlerdi. Müslümanlar bundan dolayı her ikisi arasında tavaf etmekten imtina et¬tiler(çekindiler). Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Bu ayeti ve nuzûl sebeplerini dikatlice okuduğumuzda görüyoruz ki aslında Allah’ın hükmü olan ve hz. Hacer annemizin sünneti olan safa ve merve arasında s’ay yapmayı, sonraki dönemlerde cahiliye müşrikleri kendi dinlerinde bir hüküm olarak kabul etmişlerdi. İslâm gelince cahiliyeden çıkıp İslâm’a giren bazı sahabeler sa’y yapmayı cahiliyenin hükmü (kanunu) olduğu gerekçesi ile sa’y yapmak istemediler. Bunun küfür olduğu zannına kapıldılar. Yukarıda da belirtildiği gibi bu küfür değil , bir ibadettir . Şu hususa dikkat edelim; Tağut, Allah’ın emrine muhalif hüküm ve kanun koyarsa, bu hükme uyup Allah’ın hükmünden yüz çevirmek tağuta kul olmaktır. Ama yine Tağut Allah’ın emrine mutabık hüküm veya kanun koyarsa o kanunu almak tağutun değil, Allah’ın kanununu almaktır. Ya da mübah olan bir meselede dine muha-lif olmayacak şekilde kanun varsa bu kanunu almak da tağuta kulluk olmaz. Yine gücü olan birine haklı olduğumuzu bildiğimiz bir konuda, “adamlarını gönder de şu malımı şu adamdan al ya da şu işimi gör” demek te tağuta kulluk değil,bir işin yapıl-masında varolan gücü kullanma talebidir. Rasulullah’ın s.a.v. başına deve sakatatlarının konulduğunda müşrik olan amcasına gitmesi ve durumu ona bildirmesi, akabindede amcasının bunu yapanları cezalandırması bu konuda varolan onlarca örnekten bir tanesidir. Şimdi son olarak şu soruyu sormak istiyoruz:İslam’ın değil,tağutun hakim olduğu ülke-lerde İslam dininin emir ve yasakları ile çelişmeyen kanunların alınamayacağını ya da bu tür kanunlara da uymanın bırakın küfrü,hata olduğunu söyleyen bir tek alim var mı-dır? Şunu kabul etmek kaçınılmaz bir gerçektir ki getirmiş olduğumuz bunca delil ve açık-lamalardan sonra her artniyetsiz ve önyargısız akıl sahibi,tağutun İslam’a dolayısıyla adalete uygun olan hükümlerinin alınıp İslam’a zıt olan hükümlerinin ise ikrah hali hariç kesinlikle alınamayacağını kabul edecektir. Çünkü bunu kabul etmemekle dinde yeni bir anlayış ihdas etmiş (uydurmuş) olacaktır ki sonradan uydurulan her iş merdut (red edilmiş) her uyduran da dalalete düşmüş (sapıt-mış) her dalalet ehli de cehennemi hak etmiş olacaktır. Rabbim müslümanları bu duruma düşmekten muhafaza buyursun (amin). Şimdi gelin yukarıda maddeler halinde sıraladığımız iddiaları inceleyelim: 1. “Kimlik Kullanmak Küfürdür” diyenler: Öncelikle şu soruyu soralım: “Bu kimliği alırken her hangi bir küfrü sözlü, yazılı veya fiili olarak kabul etme ya da uygulama durumu var mıdır?” Hepimiz biliyoruz ki böyle bir durum yoktur. Ya da devletlerin kendi sınırları içinde yaşayan insanlara kimlik vermesinin amacı “bu devlette yaşıyorsan bu kimliği alarak devletin bütün kanun ve kurallarını kabul etmiş olursun” şeklinde bir söz ya da yazıyı kabul ettirmesi veya imzalattırması söz konusu mudur? Hepimiz biliyoruz ki böyle bir durum da yoktur. Hatta bu kimliği verirken kendileri “dini İslâm” yazarak da bizim imanlı bir mü’min olduğumuzu bilip kabul ediyorlar. Bu şekli ile kimlik kartını almakta ne sakın-ca var? Eğer kişiyi kâfir yapan illet kimlik kartı değil, sorun o ülkenin vatandaşı ol-maktır ya da bunu kabul etmektir denilirse..; Buna cevabımız şudur: Kavimlerine gönderilen her peygamber o kavmin vatandaşı idi. Gayri İslami devletlerin vatandaşı olmak küfür ise bu Peygamberlerin durumu ne olacak. Buna Kur’an-ı Kerim’den birkaç örnek verelim. “Andolsun biz Nuh’u kendi kavmine (toplumuna) gönderdik.” ( Araf 59) “Ad (toplumuna da) kardeşleri Hud’u (gönderdik.)...” ( Araf 65) “Semûd kavmine de kardeşleri Salih'i (gönderdik)."Ey kavmim, Allah'a ibadet edin. Sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur.( Araf 73) “Lût'u da (kavmine gönderdik). Hani o kavmine: "Sizden evvel âlem¬lerden hiç kimse-nin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz" de¬mişti. ...” ( Araf 80 “Medyen (toplumuna da) kardeşleri Suayb’i gönderdik...” ( Araf 85) Bu ayetlerden şu iki hükmü açıkça görüyoruz: Birincisi; Allah gönderdiği Peygamberleri o kavme nisbet ediyor. İkincisi; Kavimlerinin o Peygamberlerin kardeşi olduğunu haber veriyor. Tabii bu kardeşlik din kardeşliği değildir. Bundan da açıkça anlıyoruz ki bir insan İslâm olmayan devlete ülkem,vatanım diyebilir ve müslüman olmayan kavme de kavmim demesinde bir sakınca yoktur. Yine müslüman gayrimüslime kardeş diye hitap edebilir, yeter ki bu hitabı ile din kardeşliğini kast etmesin. Bu konuların örneği Kur’an-ı Kerim’de çoktur, biz yukardaki örneklerle yetindik. Bir örnek de Peygamberimiz’in (s.a.v) hayatından verelim: Bilindiği gibi Mekke şirk devletinin,halkını idare ettiği bir takım kanunları vardı. İşte bu kanunlardan biri de şu idi: Mekke halkından biri Mekke’yi izinsiz terk ederse bir daha Mekke’ye giremez idi. Oraya geri dönebilmesi için birinin himayesine ihtiyaç vardı. İşte bu sebeble Rasûlullah Taif’e gittiği zaman geri dönmek için onların ka-nunlarından yararlandı ve tekrar Mekke vatandaşı oldu. Bu konuda tarih ve siyer kitaplarından şu nâkil vardır. Resulullah’ın Taif dönüşü Mekke’ye giremediği için Üraykit’ı, önce Ahnes b. şerik’e, sonra Süheyl b. Amr’a ve daha sonrada Mutim b.Adyy’e göndermesi: Peygamberimiz, Nahle’de günlerce kaldıktan sonra Mekke’ye gidip girmek iste-yince Zeyd b. Harise: “ Kureyş müşrikleri seni Mekke’den çıkardıkları halde, şimdi onların yanına nasıl girebileceksin ?” dedi. Peygamberimiz “ Ey Zeyd! Hiç süphesiz, Allah senin göremediğin yerden bir kapı bir çıkış yolu açacaktır. Şüphe yok ki, Allah, Dininin ve Peygamberinin yardımcısıdır!” buyurdu. Peygamberimiz Hira dağına varıp ulaştığı zaman, Huzaa’lardan veya Mekkeliler-den rastladığı bir adama, Üraykıt’a; “Ben, seni tarafımdan bir şeyi tebliğ etmek üzere göndersem gider misin?” diye sordu. “Evet, giderim!” deyince, Peygamberimiz: “Sen, Ahnes b. Şerik’e git ve kendisine Muhammed: Rabbimin bana verdiği Peygamberlik görevini tebliğ edip yerine getirin-ceye kadar, sen beni himayene alırmısın? diyor, de!” buyurdu. Elçi gitti; bunu ona söyledi. Ahnes “Halif, Sarih’i himayeye alamaz!” dedi. Elçi, Ahnes’in bu sözünü,gelip Peygamberimize haber verdi. Peygamberimiz, ona “Sen, bir kez daha Mekke’ye gidip elçilik yapar mısın? ” diye sordu. Adam “evet yaparım” dedi. Peygamberimiz “Süheyl b. Amr’a git ve kendisine Muhammed: Rabbimin bana verdiği Peygamberlik görevlerini tebliğ edip yerine geti-rinceye kadar sen beni himayene alır mısın? diyor, de!” buyurdu. Elçi, Süheyl’e gitti ve bunu ona söyledi. Süheyl b. Amr ”Amir b. Lüheyoğulları, Ka’boğullarını himayelerine alamazlar!” dedi. Elçi dönüp bunu da Peygamberimize haber verdi. Peygamberimiz ona , “ Sen bir daha döner misin?” diye sordu. Elçi “evet! dönerim” dedi Peygamberimiz “Sen Mut’im b. Adiyy’e de git ve ken-disine Muhammed: Rabbimin bana verdiği Peygamberlik görevlerini tebliğ edip yerine getirinceye kadar sen beni himayene alır mısın? diyor de!” buyurdu. Elçi, Mut’im b. Adiyy’e gitti ve bunu ona söyledi. Mut’im b. Adiyy “Olur! Kendi-sine söyle, gelsin, himayeme girsin!” dedi. Elçi dönüp bunu da Peygamberimize haber verdi. Peygamberimiz gelip o gece Mut’im’in evinde yattı. Mut’im b. Adiyy sabaha çıkınca, oğullarını ve kardeşinin oğullarını ve kavmini yanina çağırdı. Onlara “Silahlarınızı kuşanınız ve Beytullah’ın rukunleri yanında bulununuz!” dedi. Öyle yaptılar... (M.A. Köksal.) Bu rivayetten de anlaşıldığı üzere Rasulullah Mekke vatandaşlığından çıkarıldığı halde onların himaye kanunundan yararlanarak tekrar Mekke vatandaşı oldu. Şimdi “O’nun s.a.v. eline bir kart verilmedi onun için Peygamber’in s.a.v. durumu bize delil olmaz” mı diyeceğiz… 2. “İslâm Olmayan Devlete Vergi Vermek Küfürdür” diyenler: Burada hemen şunu ifade edelim; Eğer vergi veren kişi bu vergisi ile küfür devletini İslâm’a ve müslümanlara karşı kalkındırmayı, onları güçlendirmeyi arzulayıp hedeflemişse bunun küfür olduğu-na bir itirazımız yoktur. Yok, öyle değil de bu vergiyi onları kalkındırmak için vermenin doğru olma-dığını biliyor da bunu sadece onların şerrinden emin olmak için veriyor ve bunu da onlara verilen bir tür rüşvet olarak kabul ediyorsa bu küfür değil, caizdir.Bunun caiz olduğuna dair delil çoktur. Öncelikle hadis-i şerifte buyrulduğu gibi “Ameller ancak niyetlere göredir” Şimdi delillerin bir kaçını sıralayalım inşaallah. İslâm tarihini okuyanlar bilir; •-- Rasûlullah Mekke’de ticaretle uğraşıyordu bu sebeple yurtdışına ticaret amaçlı gidiyordu, gittiği ülkelere toprakbastı parası denilen bir tür vergi veriyordu. •-- Yine Peygamberimiz Medine’de iken Mekke’de bir kıtlık olmuştu. Bu kıt-lık zamanında Kureyş müşriklerine buğday yardımında bulundu. •-- Yine Sahabeden, Suhayb-i Rumi (r.a). Mekke’den Medine’ye hicret eder-ken müşrikler yolunu kesip engellemek istediler, o da onlara kendisine ait olan malları-nın hepsini vererek onların şerrinden kurtuldu. Hâlbuki Suhayb iyi bir savaşçı idi ve çok da güzel ok atardı; buna rağmen on-lara şöyle dedi: “beni bilirsiniz, ben attığımı vururum, şu ok torbamdaki oklar bitene kadar da sizinle savaşırım ama ben bunu istemiyorum gelin sizinle anlaşalım” dedi ve mallarını verme karşılığında anlaştılar, o da malının tamamını verdi. Bu Rasûlullah’a haber verilince “Suhayb kazandı, Suhayb kazandı” diye buyurdu. •-- Yine bir başka örnek te şudur: Hendek Savaşı’nda Rasûlullah Uyeyne b. Hısn ile Haris b. Avf’a haber saldı. (Bu ikisi Gatafanlıların liderleri idiler) Rasûlullah bunlara, yanlarındaki adamları ile birlikte Medine’yi terkedip gitmeleri şartıyla Medi-ne’de o yıl yetişen meyvelerin üçte birinin kendilerine verileceğini söyledi. Hatta arala-rında bir de sulh antlaşması yaptılar, bunun maddeleri de yazılmıştı. (Zehebî Tarihi) Rasûlullah bu teklifi onlara rüşvet kabilinde yapıyor; biz de bugün aynı şekil-de istemeyerek rüşvet gibi veriyoruz; bu da caizdir. Ayrıca İmam Kurtubi, Maide suresinin 42. ayeti kerimesini tefsir ederken şu ifadelere yer vermektedir: Vehb b. Münebbih’den rivayet edildiğine göre O’na: Rüşvet her şeyde mi haram-dır? diye sorulmuş, O: Hayır demiştir. Senin olmayan bir hakkın sana verilmesini sağ-lamak yahut yerine getirmen gereken hakkı üzerinden kaldırmak için verdiğin rüşvet hoş karşılanmamıştır. Dinine, kanına ve malına gelecek bir zararı önleyebilmen için rüşvet vermen ise haram değildir. Fakih Ebu’l-Leys es-Semerkandî de der ki: Biz de bunu kabul ediyoruz. Çünkü ki-şinin rüşvet vermek suretiyle canına ve malına gelecek bir zararı önlemesinde bir mah-zur yoktur. Bu ise, Abdullah b. Mesud’un Habeşistan’da iken iki dinar rüşvet verip: Bunun günahı bunu ödeyene değil, bunu kabzedenedir dediğine dair gelen rivayeti andırmaktadır. (Kurtubi) Yine herkes tarafından bilindiği üzere kâfirlerin eline esir düşen müslümanları kur-tarmak için eğer başka bir çare yoksa, İslâm devlet başkanının beytulmaldan para vere-rek o müslümanları kurtarması zorunludur. Eğer beytulmalın parası biterse parası olan her müslümanın esirleri kurtarmak için para yani fidye vermesi farzdır. Bu meselede ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Oysa ki bu amel küfür olsaydı ümmet bu görüş üzerinde birleşir miydi?. Tabiî ki birleşmezdi. 3. “Resmi Evlilik Muamelesi Yaptırmak Küfürdür” diyenler: Görülen o ki, nikâh meselesinde ileri geri konuşan insanlar bazı hükümleri birbiri-ne karıştırmakta, ya da meseleye ön yargılı yaklaştıkları için ölçüyü kaçırmakta ve maalesef ifrata kaçmaktadırlar. Aslında bu meselenin özünde Velâyet ve Vekâlet meselelerinin tam olarak idrak edilmemiş olması yatmaktadır. Bunun için önce Velayet ve Vekâlet kavramlarının ne anlama geldiğini hatırlata-lım inşallah. a) Velâyet; Sözlükte yardım, yetki ve iş yürütme manalarına gelir. Bir fıkıh terimi olarak; “Bir kimsenin, söz ve tasarruflarının başka birisi adına ge-çerli olması ve onun işlerini idare etmesi” demektir. Tarifteki “başka birisi” tabiri genel değildir. Çocuk, deli, sefih… Gibi ehliyeti kısıtlı olanlara mahsustur. Buna göre velâyet; ehliyeti kısıtlı olanların işlerini onlar adına yürütme manasına gelir. Bu kişilerin velâyete konu olan işleri evlenme, geçinme, beslenme, tahsil gibi şahsi işleridir. Velâyet yetkisine sahip olan kişiye veli denilir. Ehliyeti kısıtlı olanların mâli işlerini yürütme yetkisine ise vesâyet denilir. Ancak, küçüğün veya delinin velisi durumunda olan kişi, onun babası veya dedesi ise onun mâli işlerini de yürütebilir. Yani onun hem velisi hem de vasisidir. Velâyet, özel ve genel olmak üzere iki çeşittir: ÖZEL VELAYET: Özel velayet hakkı akrabalıktan doğan bir haktır. Bu hakta ön-celik; asabeye yani baba tarafından olan yakın akrabaya aittir. Velâyette öncelik, akra-balıktaki öncelikle doğru orantılıdır. Velayet hakkı asabeden sonra anaya ve ana tara-fından olan akrabaya geçer. GENEL VELAYET: Genel velayet ise; hiç akrabası olmayanlar için söz konusudur. Bu durumda hâkim, ehliyeti kısıtlı olanların velisi olmuş olur. Bu velayete; “Velâyet-i âmme” denilmektedir. Devlet başkanının da tebaası üzerinde genel velâyet hakkı vardır. Çocuk akıllı olarak ergenlik çağına ulaşırsa veya deli akıllanırsa bunlar üzerindeki velâyet hakkı sona erer. b) Vekâlet; Korumak, kifâyet, sorumluluğunu yüklenmek, itimat, gözetmek, teslim, işi birisine vermek. Istılahta: Bir kimsenin bizzat kendisinin de yapabileceği muamelattan olan bir işi yapması için bir başkasını yetkili kılması karşılığında kullanılan bir tabirdir. Mesela bir kimsenin bizzat kendisinin satabileceği bir malı satması için bir başka-sını yetkili kılması bir vekâlettir. Mecellede bu akit: “Bir kimse işini başkasına tefviz etmek ve o işte onu kendi ye-rine ikâme eylemektir” şeklinde tarif edilmiştir (Mecelle, madde 1449). Kendisine, başkası tarafından bir işi yapması için yetki verilen kişiye vekil, bu yet-kiyi veren kişiye müvekkil, vekil edilen kişinin yapacağı tasarrufa müvekkeltin bih, yetki verme olayına tevkil denilir (Ali Haydar, Dureru’l Hükkâm Serhu Mecelleti’l-Ahkâm, İstanbul, 1330 III, 790; Hacı Reşit Paşa, Ruliu’l-Mecelle VII, 2; Ö. N. Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve Istilahati Fikhiyye Kamusu, VI, 309). Vekâlet İslâmiyet’in caiz gördüğü bir akiddir. Bu akdin meşrûiyeti kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Nisa sûresinin 35. ve Kehf sûresinin 19. âyetleri vekâletin meşruyetinin Kur’an-ı Kerim’deki delilidir. Hz. Peygamber’in kurban almak için Hâ-kim b. Hizâm’i ve zekât toplamaları için bir takım memurları vekil tayin etmesi de Sünnetten delildir. Ayrıca vekâletin caiz olduğunda İslâm uleması ittifak halindedir (İbn Kudâme, V, 79). Ayrıca akıl da bu akdin meşru olmasını gerektirir. Çünkü herkes her işini bizzat kendisi yapamayabilir. Dolayısıyla o işi yaptır-mak için bir başkasına yetki vermek ihtiyacındadır. İslâm hukukunun meşru gördüğü diğer ahitlerde olduğu gibi vekâletin rüknü de icap ve kabuldür. İcap ve kabul müvekkilin, “Seni şu malı satman için vekil tâyin ettim”; vekilin de “kabul ettim” demesi gibi sarahaten olabileceği gibi, birisi tarafından açıkça söyle-nerek sarahaten, diğerinin de susması ile delâlet yoluyla da olabilir. Görüldüğü gibi velâyet ve vekâlet tarifleri birbirlerine çok yakındır. Bu sebep-ten biz de bu iki husustaki sapmayı birlikte değerlendirip cevaplamaya gayret edelim. Eğer ki muhatabımız bize “evlilik muamelesini yaptırmakla kâfirlere velayet veriyor-sunuz” diyorsa öncelikle şunu söyleriz; Kâfire kayıtsız sartşız her konuda velayet vermek yani bütün yetkiyi ona dev-retmek, “sen ne yaparsan yap kabulümdür, benim adıma sınırsız her sözü söyleyebilir ve her fiili işleyebilirsin demek”, böyle bir vekâlet küfürdür . Biz bunu yapmıyoruz ve bu davranışın da gayri İslâmi bir davranış olduğuna inanıyoruz. Ama elfaz-ı, efâl-i ve yazılı küfürlerden kaçarak sadece kâğıt üzerinde yazıl-mış bir evrağı almak küfür veya velayet vermek diyorsanız bu hatadır. Çünkü bu velayet değildir, velayet olsa bile küfür olan velayetler kapsamında değildir. Şimdi size birebir Kur’an-ı Kerim tefsirlerinden nikâh hususunda deliller su-nacağız inşallah. * Örneğin; Yûsuf Mısır’da zindandan çıktıktan ve devlet hazinesinin sorumluluğunu al-dıktan sonra Zeliha ile evlendi. Yûsuf ile Zeliha’nın o zaman velileri kim idi sizce? Bu hususta Elmalılı Hamdi Yazır, İmam Kurtubi, Ali Arslan, Fahreddin er-Razi Tefsirlerinde, Taberi Tarihi ve Peygamberler tarihinde Yûsuf ile Zeliha’yı bizzat kralın evlendirdiği ifade edilmektedir. Sizce kral müslüman mıydı? * Diğer bir örnek; Rasûlullah’ın Hz.Hatice ile evliliği şu şekilde olmuştu: Hz. Hatice, Nefise Hatun aracılığıyla yaptığı yoklama sonucunda Peygamberi-miz’in kendisiyle evlenmeye razı olacağını anlayınca: “Ey amcamın oğlu! Akrabam olduğun kavminin arasında şerefli, emniyetli, güzel huylu ve doğru sözlü olduğun için seninle evlenmeyi arzu etmiş bulunuyorum. Amcam Amr b. Esed’e gidip beni iste! Sen de, şu saatte gel!” diyerek Peygamberimize nikâhını kıyması için de amcası Amr b. Esed, b. Abduluzza, b. Kusayy’a haber gönderdi. Peygamberimiz, Hz. Hatice’nin evlenme teklifini amcalarına duyurdu. Ebu Talib, durumu iyice öğrenmek üzere, Peygamberimiz’i yanına alıp Hz. Hati-ce’nin evine vardı. Hz. Hatice, Ebu Talib’e: “Ey Ebu Talib! Amcamın yanına var da, kardeşinin oğlu Muhammed b. Abdul-lah’la benim nikâhımı kıysın” dedi. Ebu Talib, o zaman Mudar’ların başkanları olan Hâşim oğullarından on kişilik bir toplulukla, Hz. Hatice’nin amcasının yanına vardı. Gidenler arasında Peygamberimiz ile bütün amcaları bulunuyordu. Hz. Hatice’nin amcası Amr b. Esed, o zaman çok yaşlı idi. Esed’in hayatta olan, ondan başka oğlu kalmamıştı. Dünürlük ve Nikâh Töreni Dünürlük ve nikâh töreninde Hz. Hatice’nin amcası Amr b. Esed ile Peygamberi-miz ve amcaları hazır bulundular. Amr b. Esed; sakalını sarı yağla yağlayıp taramış, üzerine de Bürdü Yemanî diye anılan Yemen işi alacalı kumaştan ağır bir elbise giymişi. Hz.Hatice’nin koyun etinden yaptırdığı yemekler yenildikten sonra, Hz.Hatice, Peygamberimiz’e; “Amcan Ebu Talib’e söyle de şu mecliste beni sana, amcamdan istesin!” dedi. Ebu Talib hemen ayağa kalkıp şöyle konuştu: “Hamd olsun Allah’a ki, bizi, İbrahim’in zürriyetinden, İsmail’in neslinden, Maad’in mâdeninden ve Mudar’ın aslından yarattı. Bize; hac ve ziyaret edilecek bir beyt (Mabed), içinde emniyet ve huzura kavuşulacak bir Harem ihsan etti. Bizi; Beyt’inin bakıcısı ve Harem’inin yöneticisi kıldı. Bizi; böylece, halkın hâkimi ve baş-kanı yaptı. İçinde bulunduğumuz beldemizi, bize bereketli kıldı. Şimdi, kardeşimin oğlu Muhammed b. Abdullah’la Kureyşten kim tartılsa muhakkak, bu, soy sopça, akıl ve faziletçe ona üstün tutulur; kendisiyle kim ölçülse, bu, ondan büyük gelir. Malı az olsa da, mal dediğin nedir ki? Tez geçici bir gölgedir; alınır verilir iğreti birşeydir! Muhammed’in, Abdulmuttalib ve Hâşim gibi şanlı ataların torunu olduğunu bilirsiniz. Kendisi, şimdi kızınız Hatice binti Huveylid’le evlenmeyi arzu etmektedir. Aynı şekilde, Hatice de, onunla evlenmeyi istemektedir. Hatice’ye, kendi malımdan, mehir olarak ne vermemi istersiniz? Vallahi, bundan sonra, onun (yeğenimin) haberi büyük, hal ve şanı ulu olacaktır!” dedi. Ebu Talib konuşmasını tamamlayınca, Hz. Hatice’nin amcasının oğlu Varaka b. Nevfel kalkıp şöyle konuştu: “Allah’a hamd olsun ki, bizi de, anlattığın gibi yarattı. Saydığın fazl ve şereflerle de, mümtaz kıldı. Biz de, Arapların ulu kişisi ve başkanıyız. Siz de, böylesiniz. Ne Araplar sizin faziletinizi inkâr, ne de insanlardan hiçbiri sizin iftihar ettiğiniz şeyleri, şerefinizi red eder. Biz de, sizinle hısımlık kurmayı ve şeref-lenmeyi arzu ediyoruz. Ey Kureyş cemaati! Şahit olunuz ki; ben, Hatice binti Huveylid’i, dörtyüz dinar mehirle Muhammed b. Abdullah’a nikahladım!” dedi, sustu. Ebu Talib: “Ben, Hatice’nin amcasının da konusmaşını istiyorum!” dedi. Bunun üzerine, Amr b. Esed: “Ey Kureyş cemaati! Siz şahit olunuz ki; ben de, Ha-tice binti Huveylid’i, Muhammed b. Abdullah’a nikahladım!” dedi. Hazır bulunan Kureyş uluları, buna şahit oldular. (M.A.Köksal) Sizce bu nikâh akdinde veli durumundaki Hz. Hatice’nin velisi Amr b. Esed ve Rasûlullah’ın velisi durumundaki Ebu Talib müslüman mı idiler? Birileri “Yûsuf veya Allah Rasûlu o zaman peygamber değildi veya buna tevbe etti” derse biz de deriz ki; Peygamberler küfür veya şirk işlemezler, peygamberlik öncesi veya sonrası kesinlikle peygamberlerin böyle bir şey yapmış olması düşünülemez. Çünkü peygam-berler masumdur ve onlara küfrü veya şirki isnad etmek küfürdür. * Ve bir başka örnek de; Ayetle sabittir ki ehli kitabın yâni Yahudi ve Hiristiyanların iffetli kadınları ile müslümanın evlenmesi caizdir. Bir ehli kitap kadınıyla evlenecek olan müslüman o kadını kimden isteyecektir sizce. O ehli kitap olan kadının velisi kimdir? Tabii ki kendisi gibi Yahudi veya Hiristiyan olan velisidir. Şimdi de vekâlet konusundaki iddialarınıza değinelim: Eğer ki tağutların evlilik muamelesini vekâlet yönünden ele alıp küfür diyor-sanız, bu hususta da hata ediyorsunuz. Çünkü sadece vekâlet vermek küfür değildir eğer ki vekâlet şartlı veya sınırlı olursa. Buna da Kur’an-ı Kerim’den bir örnek verelim: * İlk örnek Kuran-ı Kerimden; “Onlardan, kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki: Beni efendinin yanında an, (umulur ki beni çıkarır). Fakat şeytan ona, efendisine anmayı unutturdu. Dola-yısıyla (Yûsuf), birkaç sene daha zindanda kaldı.” (Yûsuf 42) Görüldüğü gibi,Yûsuf a.s.müslüman olmayan zindan arkadaşına kendisinin de söyleyebileceği sözü vekaleten söylemesini talep ediyor. Vekalet neydi? Yukarıda da tarif ettiğimiz gibi kişinin kendi işini bir başkasına havale etmesi idi. Bakın,Yûsuf a.s. kendi işini kâfir bir kişiye hâvale etmiş ve bu küfür olmamıştır. * İkinci örnek Rasûlullah’ın hayatından; Rasûlullah’ın Taif dönüşü Mekke’ye giremediği için kendi yerine müşrik olan Üraykit’i Ahnes b. Şerik’e, Süheyl b. Amr’a, Mutim b.Adyy’e göndermesi delildir. Çünkü Rasûlullah kendi yapması gereken bir işini müşrik birine havale etmiş-tir. Hudeybiye’de Büdeyl b Verka ile arkadaşlarının ve müşrik olduğu halde Urve b. Mesud’un Kureyş’e gönderilmesi olayı şöyle olmuştu; Urve b. Mesut Kureyş’in elçisi olarak geldi,mesajını bildirdikten sonra Rasûlullah ona, “sen benim aile halkım olan kavmime şunu haber verir misin ki hiç süphesiz harp onları korkutmuş ve ürkütmüştür.” (M.A.Köksal.C.13-14 S.162) Eğer müşrik birisine hiçbir şekilde vekâlet verilmeseydi Rasûlullah bunları yapmaz bizzat kendisi gider veya bir müslümanı gönderirdi. * Üçüncü örnek Sahabeden; Abdurrahman b. Avf da Ümeyye b. Halef’i Mekke’de bulunan aile halkı ve diğer ya-kınları üzerine vekil bırakmıştı. Yani onları korumalarını istemişti; Ümeyye de o sırada müşrik idi. Buhari, Abdurrahman b. Avf’dan şöyle dediğini rivayet etmektedir. “Ümeyye b. Halef ile Mekke’de bulunan yakınlarımı koruması, benim de onun Medine’de bulunan yakınlarını korumam üzere bir belge düzenledik. Ben adımı Abdurahman diye sözkonusu edince, o; “ben Rahman diye bir kimse tanımıyorum, benimle cahiliye döneminde ki ismini zikrederek yazış” dedi. Ben de onunla Abdu Amr diye yazıştım…” diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretti. (Buhari Vekalet 2 ) ( Kurtubi C.10 - S.567) Bu örnekte de görüyoruz ki müslüman kâfire, kâfir de müslümana vekâlet ve-riyor ama burada bir hususa çok dikkat etmek lazım: Kâfire şartsız ve sınırsız vekalet veya velayet verilmez. Bu hususta şarta ve sınıra riayet ederek kişiyi İslâm’dan çıkar-mayacak veya vebale sokmayacak hususlarda kâfire vekâlet veya velayet verilebilir. Dikkat edelim! biz bu delilleri sıralarken ifrat ve tefrite düşmeyelim, vasat (or-ta yollu) olalım diyoruz. Nasıl ki Allah’ın ve Rasûlü’nün yasakladığı bir şeyi serbest kılmak caiz değilse, yasak hükmü olmayan, hatta benzeri şekilde Rasûlallah ve ashabı-nın yaptığını din adına yasaklamak ta öylece caiz değildir. Son olarak şunu da bildirelim ki kâfirleri veli edinmek, kâfirleri dost edinmek küfürdür. Bu hususta Mücadele, Tevbe, Al-i İmran, Nisa ve Maide surelerinde bizler için deliller mevcuttur. Rabbimiz mealen şöyle buyurmaktadır; “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeş-leri yahut akrabaları da olsa Allah’a ve Rasûl’üne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imân yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedi kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.” (Mucadele 22) “Ey imân edenler! Eğer küfrü imânâ tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlim-lerin kendileridir. De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandı-ğınız meskenler size Allah’tan, Rasûlun’den ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe 23-24) “Mü’minler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu ya-parsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırı-yor. Dönüş yalnız Allah’adır.” (Al-i İmran 28) “Ey imân edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız, âyetle-rimizi size açıklamış bulunuyoruz.” (Al-i İmran 118) “Ey imân edenler! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin; (bunu yaparak) Allah’a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” (Nisa 144) “Ey imân edenler! Yahudileri ve hirıstiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.” (Maide 51) Biz bu ayetlerin delalet ettikleri mânâlara şeksiz şüphesiz imân ettik ve teslim olduk. Bu hususta Allah Teala şöyle buyuruyor: “İbrâhim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir. Şu kadar var ki, İbrâhim babasına: Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önle-meye gücüm yetmez” demişti. O müminler şöyle dediler: Rabbimiz! Ancak sana da-yandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.” (Mümtehine 4) Allah bu ayette Hz. İbrâhim ve beraberindekileri bize örnek gösteriyor; on-lar da kâfir kavme düşman olduklarını ilân etmişlerdi. Biz bu dûsturu harfiyen alıyor, riyadan ve riyakârlıktan Allah’a sığınıyoruz. Şu hususa dikkat edelim; Tağut, Allah’ın emrine muhalif hüküm ve kanun ko-yarsa bu hükme uymak tağuta kul olmaktır. Ama yine tağut,Allah’ın emrine mutabık hüküm veya kanun koyarsa o ka-nunu almak tağutun değil Allah’ın kanununu almaktır. Yâ da mübah olan bir meselede dine muhalif olmayacak şekilde kanun varsa bu kanunu almak ta yine tağuta kulluk kapsamına girmez. Galiba gaflete düşülen nokta da burasıdır. 4. “Ne Şekilde Ve Hangi Şartla Olursa Olsun, Mahkemeye Gitmek Küfürdür” diyenler: Not; Risalenin kaleme alınmasının asıl sebebini bu konu teşkil etmektedir bu nedenle bu bölümün daha dikkatli okunmasını tavsiye ediyoruz. Bu konuda Nisa suresinin 60. ayeti kerimesi delil alınarak, olur olmaz sözler söyleniyor. Söylentiler şu mesele etrafında dönüp dolaşıyor. “İslâmi olmayan mahkemeye başvurmak Tağut’a itaattir. İtaatte ibadettir; Allah’tan başkasına itaat, o itaat edilene ibadettir. Bu sebeble de bu gibi kişiler kâfirdir.” Bu iddiayı şu iki yönü ile inceleyelim inşa’Allah: A) Mahkeme olma meselesi( Nuzûl Sebebi Ve Tefsir Âlimlerinin Açıklamaları.) B) İtaat etme ( İbadet Çeşitleri ve İtaat Çeşitleri.) A) Mahkeme olma ( nuzûl sebebi ve Tefsir Âlimlerinin Açıklamaları) “Sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara imân ettiklerini iddia edenleri görmez misin? Kendisini inkâr etmekle emrolunduklan halde, tâgut’un hükmüne başvurmak istiyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün sap-tırmak ister.” (Nisa 60) Bu ayetin nuzûl sebebi: a) Yezid b Zurey, Davud b. Ebi Hind’den, o, es-Sa’bî’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Münafıklardan bir kişi ile yahudi bir kişi arasında bir anlaşmazlık vardı. Yahudi, münafık olanı Peygamber’e gitmeye çağırdı. Çünkü o, Hz. Peygamberin rüşvet alma-yacağını biliyordu. Münafık ise, yahudiyi kendi hâkimlerinden birisine gitmeye davet etti. Çünkü o da yahudi hâkimlerin hükümlerinde rüşvet kabul ettiklerini biliyordu. Bu hususta anlaş-mazlığa düşmeleri sonucunda nihayet Cüheyne kabilesine mensup bir kâhinin hükmü-ne başvurmak üzere anlaştılar. İşte bu hususta, yüce Allah: “Sana indrilen” ile münafık olanı kastediyor “ve senden önce indirilmiş olanlara” yahudiyi kastediyor “imân ettiklerini iddia edenle-ri görmezmisin? Kendisini inkâr etmekle emrolundukları halde Tâğutun hükmüne başvurmak istiyorlar” buyruğundan itibaren “tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça imân etmiş olmazlar” (Nisâ 65) buyruklarını indirdi. İbn Abbas dedi ki: Bişr diye anılan münafıklardan bir kimse ile yahudi birisi arasında bir anlaşmazlık vardı. Yahudi: Haydi gel seninle Muhammed’e gidelim dediği halde, münafık olan da: Hayır, Kâ’b b. el-Eşref e gidelim, dedi. İşte yüce Allah’ın “tağut” yani tuğyan eden kimse adını verdiği kişi budur. Ancak yahudi, Rasûlullah’dan başkasının hükmüne başvurmayı kabul etmedi. Münafık durumu görünce, onunla beraber Rasûlullah’ın yanına vardı. Hz. Peygamber de yahudinin lehine hüküm verdi Hz. Peygamberin yanından çıktıkları vakit münafık “ben bu hükme razı değilim,” dedi. “Haydi, seninle Ebû Bekr’e gidelim.” Hz. Ebû Bekir de yahudi lehine hüküm verdi. Yine münafık buna da razı gelmedi. Bunu da ez-Zeccâc zikretmiştir. Bu sefer dedi ki: “Haydi seninle Ömer’e gide-lim.” Bunun üzerine Ömer’e gittiler. Yahudi dedi ki: “Biz önce Rasûlullah’a gittik, sonra Ebû Bekir’e gittik. Fakat bu bir türlü razı olmadı.” Hz. Ömer, münafık olana: Bu durum dediği gibi midir? diye sordu. Münafık: Evet deyince, Hz. Ömer: “Ben yanınıza çıkıp gelinceye kadar burada durunuz” dedi, içeri gir-di; kılıcını alıp çıktıktan sonra ölünceye kadar kılıcıyla münafığa vurmaya devam etti ve dedi ki: “İşte ben Allah’ın ve Rasûlu’nün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm.” dedi. Yahudi ise kaçıp gitti ve bu âyet-i kerime nazil oldu. (Kurtubi) Dikkat edelim ki Ömer (r.a) o münafığı niçin öldürdüğünü açıklıyor. “İşte ben Allah’ın ve Rasûlu’nün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm.” diyor. Yani Ömer (r.a): “tağuta gidene hükmüm budur” demiyor. O ne diyor; “Allah’ın ve Rasûlu’nün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm.” diyor. Nisa 60. ayetinin nuzulüne sebeb olan ve yaptığı fiilin isabetli ve doğru olduğu Allah tarafından haber verilen kişi Ömer(r.a),bu sebeb ile Faruk lakabı verilen kişi,bu hükmü yani o müslüman görünen münafığı mürted kabul ederek öldürme sebebini,o münafığın Allah’ın ve Rasulünün hükmünü kabul etmemesine bağlıyor. Onu Allah’ın Rasulünün hükmünü beğenmediği için öldürdüğünü söylüyor. *Rivayetlerde açıkça münafığın İslâm mahkemesinden kaçtığını görüyoruz. *Yani iki mahkeme var; isterse İslâm mahkemesine gidebilir ama adam gitmek istemiyor. *Yine görüyoruz ki adam Rasûlullah’ın hükmüne istemeyerek zoraki gidi-yor. *Bununla da kalmıyor, Rasûlullah’ın verdiği hükmü beğenmiyor. Bunu da açık açık söylüyor. Bu adam elbet kâfirdir. Çağımızda İslâm mahkemesi olmadığı ve üzerindeki belayı başka türlü savama-dığı için onlardan da adalet beklemeden onların mahkemesine giden adam o münafıkla aynı mıdır? Bunun durumu ve yaptığı iş ile o münafığın yaptığı birebir örtüşüyor mu? Allah için..? Madem kıyas yapılıyor..; *illetlerin birbiri ile örtüşmesi lazım, *Yani öncelikle Kuran’daki hükmün illeti tesbit edilir; *Bu tesbiti de bu işe ehil olanlar yapabilir. *Sonra da sözkonusu yeni hükmün illeti ile bunun illeti bire bir örtüşüyor mu ona bakılır. İlletler uyuşmadığı halde yapılan kıyas, kıyas değil, başka bir şeydir. Nüzûl sebebi olarak nakledilen Kâ’b b. el-Eşref olayını iyi incelersek şunları görürüz: O münafık ilk olarak 1. Rasulullah’a gitmek istemedi. 2. Yahudinin ısrarı ile Rasulullah’a gittiler 3. Rasulullah’ın hükmünü beğenmedi. 4. Sonra Ebu Bekr’e gittiler. Onun hükmünü’de beğenmedi. 5. Sonra Hz.Ömer’e gittiler. Yukarıda ki maddelere dikkatlice bakıp sonra birlikte kıyas yapalım: Günümüzde,bu olayı ele alarak tağutun mahkemesine gidenleri tekfir eder iken Nisa suresinin 60. ayetini delil alarak münafığın Kâ’b b. el-Eşref’e gitmesine kıyas yapı-lıyor.Bilindiği gibi bir meselenin diğer bir meseleye kıyas edilmesi için illetlerin uyuşması gerekir yani elimizdeki hükmün illetini tespit edeceğiz;hüküm çıkarmak istediğimiz meselenin illeti ile elimizdeki hükmün illetinin birbirine uyuşup uyuş-madığına bakmamız gerekir ki bu meselede illetlerin birbirine uyuşup uyuşmadığı-na bir bakalım; Ömer (r.a),hüküm için kendisine gelen o münafığı mürted kabul ettiği için öldür-dü.Bu münafığın mürted olma illeti,sebebi ne idi? Bunu 4 şık halinde inceleyelim:  O münafık tağuta muhakeme olduğu için mi ? HAYIR  O münafık Rasullah’ın (s.a.v) hükmüne basvurmadığı için mi ? HAYIR  O münafık tağuta gitmek istediği için mi ? HAYIR  O münafık Rasullah’a (s.a.v) muhakeme olup hükmünü beğenmediği için mi ? EVET Bu şıkların hangisinin doğru olduğunu öğrenmek için bu işe hüküm veren Ömer (r.a) ın sözünü veyahut fetvasını inceleyelim:Ömer (r.a) şöyle buyuruyor “İşte ben Allah’ın ve Rasûlunün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm..” Demek ki bu fetvadan anlıyoruz ki o münafığın mürted kabul edilerek öldürül-mesindeki illet “Rasulullah’ın (s.a.v) hükmünü beğenmemesidir.” Konunun iyi anlaşılması için bir örnek verelim; Bir adam bir başkasının bağından bir miktar üzüm çalsa o çaldığı üzümü de şa-rap yapsa ve o şarabı da içse… İslam mahkemesi bu adamı yakalayıp sorguya alsa ve adama neden bu işi yap-tığı sorulsa,adam da “benim bu yaptığım işte ne var ki bu iş helaldir” dese,İslam mahkemesi de onun mürted olduğuna hüküm verse… Şimdi bu adama neden mürted hükmü verilmiştir?  Üzüm çaldığı İçin mi ? HAYIR  Şarap yağtığı için mi ? HAYIR  Şarap içtiği için mi ? HAYIR  Bu fiilini helal gördüğü için mi ? EVET Nihayet Ömer (r.a.) “Ben Allah’ın ve Rasûlu’nün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm” dedi ve münafığın boynunu vurdu. O vakit de iki muhakeme vardı. Biri hak olan Rasulullah’ın muhakemesi, diğeri de batıl mafyavari Ka’ab bin el-Eşref’in muhakemesi. Yani vakıalar birbirine kıyas edilecekse illetler birbi-rinin aynı olmalıdır.Kıyas yapan kişi önce bu işe ehil olmalı,sonra da hükümlerin illet-lerini iyi tesbit etmelidir.Yoksa her önüne gelen kıyas yapma cüretinde bulunursa, işte böyle İslâm mahkemesini istemeyen ve İslâm mahkemesine gitmemek için bütün im-kânlarını kullandığı halde başka çare bulamadığı için İslâm mahkemelerine gitmek zo-runda kalan sonra da bunu beğenmeyip başka çareler aramaya çalışan biri (münafık) ile; İslâm’ı sevdiği ve İslâm mahkemelerini çok istediği halde, bunu bulamadığı için başına gelen bir belayı da başka türlü savamadığı için, tağuta buğz ederek ve onu istemediği halde mecbur kalarak giden(müslümanı) bahsettiğimiz durumdaki bir münafıkla birbi-rine kıyas etme hatasına düşer. b) Nadir ve Kureyza yahudileri arasındaki eşitsizliği delil olarak alırsak: Yahudilerden bir grup müslüman olmuştu. Fakat onlardan bazısı münafık idi. Ca-hiliye çağında Kureyza ve Nadir Kabilelerinin hareket tarzı şöyle idi: Kureyza’dan birisi Nadir’li birisini öldürdüğü zaman, öldüren hem kısas ediliyor, hem de onun akrabalarından yüz “vesak” (ölçek) hurma alınıyordu. Fakat Nadir’li birisi Kureyza’dan birisini öldürdüğünde, ona kısas uygulanmıyor, sade-ce altmış vesak hurma veriliyordu. Çünkü Nadiroğulları daha şerefli kabul ediliyordu. Nadir’liler Evs kabilesinin mütte-fikleri, Kureyza ise Hazrec kabilesinin müttefikleri idiler. Hz. Peygamber(sav)Medine’ye hicret edince, Nadir Kabilesinden birisi bir Kureyzalı’yı öldürdü. Derken taraflar bu hususta hasımlaştılar ve Nadiroğullari “Bize kısas uygulanamaz. Bize düşen daha önce de anlaştığımız gibi altmış ölçek hurmayı diyet olarak vermektir” dediler. Hazrecliler “Fakat bu cahiliyye hükmüdür. Biz ve siz bugün kardeşiz. Dinimiz bir, aramızda bir üstünlük yok” dediler . Nadiroğulları bunu kabul etmediler. İçlerindeki münafıklar, “Kâhin Ebu Burde el-Eslemî’ye gidelim” dediler. Müslüman olanlar da “Hayır, Allah’ın Rasûlune gidelim” dediler. Münafıklar diretince, aralarında hüküm vermesi için Kâhin el-Eslemi’ye gittiler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu âyeti indirdi. Hz. Peygamber Kâhin Ebu Burde’yi İslâm’a davet etti. O da bunu kabul edip müslüman oldu. Bu, Süddi’nin sözüdür. Buna göre, (Fahruddin Er-Razi – Tefsir’i kebir-c.8.s.120–121) Aynı ayetin Taberi tefsirinde gelen nüzûl sebebi ile alakalı rivayeti ise şu şe-kildedir: Süddî ise Evs ve Hazrec’in antlaşmalıları olan Nadir oğulları yahudileri ile Kurayza oğulları yahudileri arasında bir öldürme hadisesinin diyeti konusundaki an-laşmazlık üzerine bu âyetin indiğini söylemiştir. Süddî kavlinde hadise şöyle gelişmiştir: Yahudilerden bazı kimseler müslüman olurken diğer bazıları da münafıklık yapmaktaydılar. Cahiliye devrinde Kurayza oğullarından birisi, Nadir oğullarından birini öldürdüğünde karşılık olarak katil öldürüldüğü gibi üstüne bir de yüz vesak hurma diyet olarak alınır; Nadiroğullarından birisi, Kurayzaoğullarından birini öldürdüğünde ise karşılık olarak katilin öldürülmesi bir yana sadece 60 vesak hurma diyet verirlerdi. Bunlardan Nadiroğulları, araplardan Evs kabilesinin, Kurayzaoğulları da Hazrec kabi-lesinin antlaşmalıları idiler. (Hz. Peygamber ’in Medine’ye gelişi ve bunlardan bazısının müslüman, bazısının mü-nafık olduğu bu dönemde) Nadiroğullarından birisi, Kurayza’dan birisini öldürdü ve bu konuda tartışmaya başladılar. Nadiroğulları: “Biz sizinle cahiliye devrinde; kâtil sizden olduğu takdirde karşılık ola-rak öldürülmesi, bizden olduğunda sizin bu katili öldürmemeniz, her bir vesak 60 sâ’ olmak üzere sizin diyetinizin 60 vesak, bizim diyetimizin (bize verilecek diyetin) ise 100 vesak olması konusunda anlaşmıştık. Biz size sadece bunu, yani 60 vesak diyeti veririz dediler. Hazrecliler ise: “Bu, cahiliye devrinde yaptığımız bir şey idi. Çünkü o zaman siz çok, biz ise azdık ve siz bize üstün gelmiştiniz. Şimdi ise biz ve siz kardeşleriz, dinimiz ve dininiz birdir ve sizin bize bir üstünlüğünüz yok.” dediler. Münafıklar bu anlaşmazlık üzerine hakemliğine müracaat etmek üzere “Eslem kabilesinden Kâhin Ebu Burde’ye gidelim.” dediler. Müslümanlar ise: “Hayır, tam tersine Hz. Peygamber’e gidelim.” dediler. Münafıklar, Ebu Burde’ye gitmekte ayak dirediler de aralarında hakem olması ve hüküm vermesi için Ebu Burde’ye gittiler. Ebu Burde: “Lokmayı büyütün.” diyerek vereceklerı rüşveti artırmalarını istedi. Onlar da dediler ki “Sana on vesak verelim.” “Hayır, diyetim 100 vesaktır; çünkü Kurayzalı lehine hüküm versem Nadirli, Nadirli lehine hüküm versem Kurayzalılar’ın beni öldüreceklerinden korkarım.” dedi. O, yüz vesak rüşvette ısrar ederken hüküm için gelenler de 10 vesakta direttiler de aralarında hüküm vermedi. İşte bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi. Hz. Peygamber Eslem kabilesinin kâhinini İslâm’a davet etti, o ise müslüman olmaya-rak huzurundan ayrılıp gitti. Hz. Peygamber, kâhinin müslüman olan iki oğluna: Babanıza yetişin, eğer filan geçidin ötesine geçerse bir daha asla müslüman olmaz.” buyurdular. Babaları, Hz. Peygamber’in işaret buyurduğu geçide varmadan peşinden yetiştiler, müslüman olması için onunla konuşmaya ve iknâya çalıştılar da bu çabaları semere verdi. Geri dönüp geldi ve müslüman oldu. Hz. Peygamber Medine içinde birisini çıkartıp “Ey ahali, haberiniz olsun Eslem’in kâhini müslüman olmuştur.” diye nida ettirdi, Taberî Tefsirindeki Suddî rivayetinde bu kâhinin adı Ebu Berze olarak verilmektedir. (Taberi tefsiri c.3s.32-33) Bu rivayetlerden de anlaşıldığı üzere, Tağu’ta giden kişilerin bir kısmının müslüman olduğu rivayet ediliyor. Bunları ne Rasûllah tekfir etmiş ne de bu nakilleri yapan âlimler. Ama ne hikmetse günümüzde dindarlık taslayan bazı kimseler bunları tekfir ediyorlar,hatta bunları tekfir etmeyenleri de tekfir ediyorlar. Kendisine çıkış yolu bulamadığı ve hakkını da almaya gücü yetmediği için tağutun mahkemelerine gidenleri hiç çekinmeden tekfir eden, hatta bununla da yetin-meyip tekfir etmeyenleri de tekfir edenlerin şu soruya cevap vermeleri gerekmez mi? Eğer kâhin Tağut’una giden her iki gurup da dinden çıkıp kâfir olmuş iseler ki konu ile ilgili diğer rivayetler elimize ulaşmış, niçin Rasûlullah’ın s.a.v. bu insanları tevbeye davet ettiği ya da onları tekfir ettiği rivayeti bize ulaşmamış-tır? Hâlbuki tefsirlerde ve İslâm tarihi kitaplarında Rasûlullah’ın kâhin ebu Burde’yi tevbeye ve İslâm’a davet ettiği rivayetleri vardır. “Hz. Peygamber, Kâhin Ebu Burde’yi İslâm’a davet etti. O da bunu kabul edip müslüman oldu.” Ama diğer o iki grup ile alakalı herhangi bir muamele (davet, ceza) yapıldığı tarafı-mızdan bilinmemektedir. Bu iddia sahipleri yâni “ne şekilde ve hangi şartla olursa olsun, mahkemeye gitmek küfürdür” diyenler kendi yorumlarından başka bir delil getirmez değil aslında getiremezler. Kendileri de maalesef ilimsiz, anlayışsız harici mantıklı kimselerdir, hatta ha-ricilerden de beter kimselerdir. Bunlar kendilerinin delil aldıkları âlimlerin yazılarını dahi anlayabilecek kapa-sitede değillerdir. Delil aldıkları,kendi görüşlerine tıpa tıp uyduğunu zannettikleri nakillerden bi-rine misal verelim: İbn-i Kesir rahmetullahu aleyh. şöyle demektedir; “Her kim mensuh (hükmü kaldırılmış) şeriatlara muhakeme olur, nebilerin sonun-cusu Muhammed’e inen şeriate muhakeme olmazsa, muhakkak kâfir olur.” “Durum böyleyken İslâm şeriatini terk ederek Yes’ak’a muhakeme olan, Yes’ak’ın kanunlarını İslâm kanunlarından daha önde tutan kişinin durumu nasıl olur acaba? Bilinsin ki böyle yapan kişi müslümanların icmasıyla kâfirdir.” Dikkat edilirse İbn-i Kesir’in tekfir ettiği kişiler “... İslâm şeriatini terk ederek Yes’ak’a muhakeme olan, Yes’ak’ın kanunlarını İslâm kanunlarından daha önde tutan...” kişilerdir. İşte en net ve sert açıklama budur. Bu da onların anladığı gibi “yani ne şekilde ve hangi şartla olursa olsun mahkemeye gitmek küfürdür” diyenlerin anladığı gibi değildir. Çünkü Cengiz Han denen mel’un Âlem-i İslâm’ı istila ettiği zaman, müslümanların kendi aralarında Vali ve Kadı seçmelerine müsaade etmişti. Yani o dönemde tağutun mahkemesinin yanı sıra İslâm mahkemesi de mevcuttu. Dolayısıyla o zamanda Yes’ak’a muhakeme olanlar açıkça İslâm hükmünü beğenmedikleri için gidiyorlardı. İbn-i Kesir’in bu fetvasının,iddia sahiplerinin iddialarına delil olacak bir tarafı yoktur. İşte bu konuda mahkemenin küfür olmadığına dair bazı âlimlerin fetvaları; Bunlardan şu âlimleri zikredebiliriz: ٭Fahruddin er-Razi ٭İbni Hazm ٭İmam Muhammed Bu üç âlimi özellikle örnek veriyoruz ki Nisa 60. ayetine dayanarak yersiz tekfire kalkışanlar kendi konumlarını biraz düşünsünler. Bu aşırıcı taife mensupları eğer kendilerini müfessir veya ilmi kelamcı kabul ediyorlarsa, Fahruddin er-Razi’den daha iyi tefsirci daha iyi kelamcı değillerdir. Eğer kendilerini zahiri (zahirici) kabul ediyorlarsa İbn Hazım kadar zahiri de-ğillerdir; çünkü İbn Hazım müctehid bir zahiridir. Yok, kendilerini fakih, muhaddis, müctehid sanıyorlarsa İmam Muhammed kadar fakih de değiller, hadisci de değillerdir. Zira o hem büyük bir müctehid hem de İmam Malik’ten Muvatta’yı ezberleyip İmam Şafii’ye de o hadis kitabını okutup ezber-leten büyük bir hadisci fakih ve müctehiddir. Tekfirde aşırılık yapan bu kimselere uyup onları taklid edenler de bilsinler ve akletsinler ki taklid ederek körü körüne peşinden gittikleri kişiler, ne bizim ismini zik-rettiğimiz âlimler ve benzeri ilim ehli kadar ilime sahipler ne takvada onlara denk ve ne de taklid edilmeye asla layık olmayan kişilerdir. Eğer birileri taklid edilip fetvalarına uyulacaksa hiç şüpesiz ulema buna daha lâyıktır. Şunu da belirtmemizin faydalı olacağına inanıyoruz: Şu bir gerçektir ki insanların meseleleri anlama ve idrak etme seviyeleri sahip oldukları ilimle orantılıdır. Bu nedenle ilim ehlinin meseleye bakış açısı ve kavrayışı tabiî ki ilmi olmayan avamın bakışı, anlayışı gibi olamaz. Dolayısıyla ilmi olmayan fakat ilme ve ilim sahibi olan Âlimlere saygılı olan, haddini bilen her insana düşen görev meseleyi ehlinin anladığı gibi anlamaya çalışmak ya da ilim ehlinin yapmış olduğu tesbit ve izahlara teslim olmaktır. Bundan dolayıdır ki Rabbimiz “Herhangi bir konuda bilmiyorsanız onu ehline danışınız” buyurmaktadır. Yani müslümanlara “bir meselede ihtilafa düşerseniz size en çok yardımı do-kunanlara uyun, ya da en kalabalık olan taraf neresi ise onlara tabi olun” şeklinde bir adres Allah c.c. tarafından değil,olsa olsa şeytan aleyhillane tarafından gösterilir… Onun için meseleleri okurken, izah edilen görüşleri kimlerin kaleme aldığına değil o görüşlerin kimlere ait olduğuna dikkat etmeniz,ahiret adresinizi bu dünyada belirlediğinizi göz önünde bulunduracak olursak daha sağlıklı bir ADRESE ulaşmanız açısından menfaatinize olacaktır. Bu uyarıyı yaptıktan sonra şimdi de nakileri yapalım. Fahruddin er-Razi’nin (rahmetullahi aleyh) açıklaması; CÜZ: 5 SAYFA: 259 المسألة الثالثة : مقصود الكلام ان بعض الناس أراد أن يتحاكم إلى بعض أهل الطغيان ولم يرد التحاكم إلى محمد صلى الله عليه وسلم . قال القاضي : ويجب أن يكون التحاكم إلى هذا الطاغوت كالكفر ، وعدم الرضا بحكم محمد عليه الصلاة والسلام كفر “Hz. Peygamber’in hükmünden kaçıp tağuta başvuranların kâfirliği” Bu ifadeden murad şudur: Bazı kimseler, ehl-i tuğyandan (azgın kimselerden) ba-zısı huzurunda muhakeme olmayı istemiş, Hz. Muhammed’in huzurunda muhakeme olmayı istememişlerdir. Kâdı şöyle demiştir: “Tâğutların huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gibi; Hz. Muhammed’in s.a.v. hükmüne razı olmamanın ise bir küfür olması gerekir.” (Tefsir’i kebir c.8.s.121) Öncelikle konu başlığına dikkat edelim. “Hz. Peygamber’in hükmünden kaçıp Tağut’a başvuranların kâfirliği”. Ne diyor “Rasûlullah’ın s.a.v. hükümünden kaçıp...” Kâdı şöyle demiştir: “Tâğutların huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gi-bi...;” burada gibi ifadesi ile bir benzetme vardır. Bilindiği üzere benzetme bizzat benzetilen değil benzerliklerinin olduğunu ifade etmek için kullanılır. Misal, “Ali arslan gibidir”. Bu teşbihte Ali’nin dört ayaklı bir hayvan olduğu mu ifade edilmektedir, yoksa arslana bazı yönlerden benzediği mi anlatılmak istenmek-tedir? Tabii ki benzerliği anlatılmaktadır. Arslan güçlüdür, Ali’de güçlüdür; arslan cesurdur, Ali de cesurdur gibi. Aynen bu durum gibi Kâdı’da bir benzetme yapmakta-dır. “Tâğutların huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gibi...;” olduğunu belirtmiştir. Ayrıca benzetme bizzat benzetilen değil benzerliklerinin olduğunu ifade et-mek için kullanıldığına dair örnek olması bakımında şunu da yazalım: “İslâm Hukuku Açısından Cehalet” isimli kitabın 405 nolu sayfasındaki satır-lara bir göz attığımızda da yazarın, Muvafakat yazarı İmam Şatibi’nin eseri olan İtisam (c.2 s.245-246)’dan yaptığı alıntıyı aktararak şöyle dediğini görürüz “Şüphesiz zatı envad edinmek, Allah’tan başka ilahlar edinmeğe benzer. Fakat bu bizzat edinmek demek değildir. Bu nedenle açıklanana itibar etmek gerekmez. Ta benzeri birşey, her yönüyle onu göstermedikçe.Vallahu âlem.” bu nakili yapma sebebimiz, gibidir ifadesinin bir benzetme olduğunu anlatmak içindir; yani bir şey, bir başka şeye, bazı yönleri ile benzerse, buna bu da onun gibidir denir, “Şüphesiz zatı envad edinmek, Allah’tan başka ilahlar edinmeğe benzer.” Bu söz taleb edilen zatı envad ın Allahtan başka ilah edinmeye benzediğini ama bizzat ilah edinmek anlamında olmadığını bildiriyor.Bunun konumuzla alakası şudur;o da bir benzetme, bizim sözünü naklettiğimiz Kadı Hüseyin’in yaptığı da bir benzetmedir. Yani benzetilen şey o benzediği şeyin birebir aynısı olması için birkaç yönden benziyor olması yeterli değildir;her yönü ile aynı olması şarttır. Hele ki sözkonusu iman ve küfür meselesi ise… Bir şey ile o şeye benzeyen şeyin birebir aynısı olmadığını anlamak isteyen için bu izahın yeterli olacağı kanaatindeyiz. Şimdi de gelelim zahiri mezhebinin büyük imamı İbn Hazm rahmetullahi aleyh’in konu ile ilgili fetvasına: بيان من المنافقين والمرتدين وهل عرفهم النبي صلى الله عليه وسلم بأشخاصهم أم بأوصافهم وقال تعالى: {أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ} إلى قوله تعالى: {حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ}. وصح عن رسول الله صلى الله عليه وسلم: "ثلاث من كن فيه كان منافقا خالصا" في كتاب مسلم وغيره "إذا حدث كذب وإذا وعد أخلف وإذا اؤتمن خان وإن صام وصلى وزعم أنه مسلم". ومن طريق مسلم أيضا - نا أبو بكر بن أبي شيبة , ومحمد بن عبد الله بن نمير قالا جميعا : نا عبد الله بن نمير نا الأعمش عن عبد الله بن مرة عن مسروق عن عبد الله بن عمرو بن العاص قال : قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: "أربع من كن فيه كان منافقا خالصا ومن كانت فيه خلة منهن كانت فيه خلة من نفاق حتى يدعها : إذا حدث كذب , إذا وعد أخلف , إذا عاهد غدر , وإذا خاصم فجر". فقد صح أن هاهنا نفاقا لا يكون صاحبه كافرا , ونفاقا يكون صاحبه كافرا , فيمكن أن يكون هؤلاء الذين أرادوا التحاكم إلى الطاغوت لا إلى النبي صلى الله عليه وسلم مظهرين لطاعة رسول الله صلى الله عليه وسلم عصاة بطلب الرجوع في الحكم إلى غيره معتقدين لصحة ذلك , لكن رغبة في اتباع الهوى , فلم يكونوا بذلك كفارا بل عصاة Münafık ve mürtedler hakkında Peygamber’in onları şahıs ve sıfat olarak anlatıp anlatmamasına dair bir açıklama: Allah (c.c) buyurdu: “Sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara imân ettiklerini iddia edenleri görmez misin? Kendisini inkâr etmekle emrolundukları halde, tâgut’un hükmüne başvurmak istiyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister.” (Nisa 60) “Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duyma-dan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça imân etmiş olmazlar.” (Nisa 65) Müslim ve diğerleri Peygamber’in şöyle dediğini rivayet ediyor: “Üç şey kimde varsa o kimse namaz kılsa,oruç tutsa,müslümanım dese bile halis münafıkdır;konuştuğu zaman yalan söyler,vaad ettiği zaman vaadine hilaf davranır, emanete hıyanet eder.” Yine Müslim’den şöyle rivayet olunur: Ebu Bekr ibn Ebu Şeybe ve Muhammed ibn Abdullah ibn Nemir şöyle dediler: Abdullah ibn Nemir dedi: Ameş Abdullah ibn Murra’dan, o Mesruk’dan, o da Abdullah ibn Amr ibn As’dan rivayet etti: Allah’ın elçisi buyurdu: “Dört şey kimde varsa o halis münafıkdır. Kimde de bunlardan bir hususiyyet olursa, onu terk edene kadar onda nifakdan bir hususiyyet vardır: konuştuğu zaman yalan söyler , vaad ettiği zaman vaadine hilaf davranır, sözleşdiği zaman hıyanet eder (sözünde durmaz), tartışdığı zaman haddini aşar.” Doğru olan şudur ki nifak, sahibi kâfir olan nifak (sahibini küfre düşüren nifak) ve sahibi kafir olmayan nifak olmak üzere ikiye ayrılır. “Mümkündür ki, Nebi’ye değil, tağuta muhakeme olmak isteyenler Rasulullah’a itaatlerini izhar etmekle beraber, bunun (rasule itaatin) doğru olduğuna inanarak, hükümde ona değil, başkasına müracaat etmeği taleb etmekle asi olurlar. Lâkin bunu hevalarına tabii olarak heveslerine göre yapmışlardır. Bununla kâfir değil, asi oldular.” Kaynak: İbn Hazm: El Muhalla bil Asar: 11/202 Tahkik: Ahmed Şakir (1352 h) Sadece bu nakil dahi anlamak isteyen ve hakkı arayan için yeterli delildir. Aksi takdirde bu tekfirci zihniyetin önce imam İbn-i Hazm’ı tekfir etmeleri gerekir. Biz ise haddimizi bilmekle mükellefiz… Gelelim İmam Muhammed rahmetullahi aleyh’in konu ile ilgili açıklamalarına: Bilindiği gibi İmam Muhammed, İmam’ı Azam Ebu Hanife’nin meşhur olmuş en başarılı öğrencilerinden birtanesi olan ve ilmi ile övülmeye ihtiyaç olmayan Müctehid makamında bir şahsiyettir ve sizlere burada sunacağımız deliller onun en müstesna eserlerinden biri olan “Siyer’i Kebir” isimli eserinden olacaktır. وَلَوْ اسْتَوْدَعَ مُسْلِمٌ مُسْلِمًا شَيْئًا وَأَذِنَ لَهُ إنْ غَابَ أَنْ يُخْرِجَهُ مَعَهُ فَارْتَدَّ الْمُودَعُ وَلَحِقَ بِدَارِ الْحَرْبِ ، فَلَحِقَهُ صَاحِبُهُ وَطَلَبَهُ مِنْهُ فَمَنَعَهُ ، وَاخْتَصَمَا فِيهِ إلَى سُلْطَانِ تِلْكَ الْبِلَادِ ، فَقَصَرَ يَدَ الْمُسْلِمِ عَنْهُ ، ثُمَّ أَسْلَمَ أَهْلُ الدَّارِ فَالْوَدِيعَةُ لِلْمُودِعِ لَا سَبِيلَ لِصَاحِبِهَا عَلَيْهَا لِأَنَّهُ مَا كَانَ ضَامِنًا لَهَا فِي دَارِ الْإِسْلَامِ وَحِينَ مَنَعَهَا فِي دَارِ الْحَرْبِ كَانَ هُوَ حَرْبِيًّا لَوْ اسْتَهْلَكَهَا لَمْ يَضْمَنْ ، فَكَذَلِكَ إذَا مَنَعَهَا وَلِأَنَّهُ بِهَذَا الْمَنْعِ يَصِيرُ فِي حُكْمِ الْغَاصِبِ ، فَكَأَنَّهُ غَصَبَهُ مِنْهُ الْآنَ ابْتِدَاءً ، فَيَتِمُّ إحْرَازُهُ بِقُوَّةِ السُّلْطَانِ - فَإِنْ أَسْلَمَ بَعْدَ ذَلِكَ كَانَ سَالِمًا لَهُ ، 2675- Bir müslüman başka bir müslümana bir şey emanet bıraksa ve kendisi hazır olmadığı zaman onu beraberinde çıkarmasına müsaade etse, daha sonra adam irtidat edip darulharbe gitse, arkasından arkadaşı yetişip emanetini ondan istese ve o da vermeyi red etse, onun hakkında ikisi darulharbin hükümdarı yanında muhakeme olsa, o da onu müslümana vermemesini söylese, (Dikkat edin darul harb’in hükümdarına gidildikten sonraki süreçte imam hala müslüman diye tanıttığını müslüman olarak tarif etmeye devam ettiği gibi küfrü veya hatasına yönelik birtek söz etmiyor. Aynı durum diğer fetvalarda da geçerli lütfen fetvaların bu boyutuna dikkat edin..) Sonra darulharp halkı müslüman olsa, emanet onu emanet veren kişinin olup o anda elinde bulunduranın onun üzerinde bir hakkı olmaz. Çünkü darul İslâm’da onun için tazminat ödemezdi. Darulharpte de vermediğinde kendisi düşman olup istihlak ettiği taktirde tazminat ödemezdi. Üstelik vermemekle gaspeden kişi hükmünde olur. Sanki şimdi ondan gaspetmiştir ve hükümdarın gücü ile ihrazı da tamam olmuştur. 2679 وَلَوْ أَنَّ رَجُلَيْنِ أَسْلَمَا فِي دَارِ الْحَرْبِ ، ثُمَّ غَصَبَ أَحَدُهُمَا صَاحِبَهُ شَيْئًا ، وَجَحَدَهُ ، فَاخْتَصَمَا إلَى سُلْطَانِ تِلْكَ الْبِلَادِ ، فَسَلَّمَهُ لِلْغَاصِبِ لِكَوْنِهِ فِي يَدِهِ ، ثُمَّ أَسْلَمَ أَهْلُ الدَّارِ ، وَالرَّجُلَانِ مُسْلِمَانِ عَلَى حَالِهِمَا ، فَالْمَغْصُوبُ مَرْدُودٌ عَلَى الْمَغْصُوبِ مِنْهُ . لِأَنَّ رَدَّ الْعَيْنِ مُسْتَحَقٌّ عَلَى الْغَاصِبِ ، بِحُكْمِ اعْتِقَادِهِ ، فَإِسْلَامُ أَهْلِ الدَّارِ لَا يَزِيدُهُ إلَّا وَكَادَةً ، وَبِقُوَّةِ سُلْطَانِ أَهْلِ الْحَرْبِ الْمُسْلِمُ لَا يَصِيرُ مُحْرِزًا مَالَ الْمُسْلِمِ ، وَلَا مُتَمَلِّكًا ؛ لِأَنَّهُمَا لَوْ كَانَا فِي دَارِ الْإِسْلَامِ لَمْ يَكُنْ هُوَ مُتَمَلِّكًا بِحُكْمِ سُلْطَانِ الْمُسْلِمِينَ ، فَكَيْفَ يَصِيرُ مُتَمَلِّكًا بِحُكْمِ سُلْطَانِ أَهْلِ الْحَرْبِ 2679- İki adam darulharpte müslüman olsa, sonra biri diğerinden birşey gaspedip inkâr etse ve ikisi o ülkenin hükümdarına şikayet etse, hükümdar elinde bulunduğu için o malı gaspeden kişiye teslim etse, iki adam müslüman olarak devam ederken ülke halkı müslüman olsa, gaspedilen şey kendisinden gaspedilmiş olan kişiye geri verilir. Çünkü inancı gereğince gaspedilmiş şeyi kendisine iade etmek vaciptir. Ülke halkının İslâma girmesi bunu ancak pekiştirmiş olur. Düşmanın hükümdarı gücü ile de müslüman başka müslümanın malını ihraz etmiş olmadığı gibi mülk de edinmiş olamaz. Çünkü ikisi darulislâmda olsalardı müslüman hükümdarın hükmü ile onu mülk edinmiş olmazken, düşman halkın hükümdarı gücü ile nasıl mülk edinmiş olur? (C .3) Sadece buraya aldığımız izahlar meselenin anlaşılması açısından fazlasıyla yeterli-dir fakat maksat anlamak olmalı ki anlaşılsın… Bu üç imamın da mahkemeye kayıtsız şartsız küfür diyenlere muhalif olarak küfür demediklerini görüyoruz. Bu imamların da büyük İslâm âlimlerince tekfir değil takdir edildiğinden başkasını bilmiyoruz. Bu âlimleri bu görüşlerinden dolayı bırakın tekfiri, ağır bir dille eleştiren hiç bir ehl-i sünnet âlimi var mıdır!? HANEFİ ALİMLERİNDEN MAHKEME KONUSUNDA BİRKAÇ FETVA Hanefi alimlerinden bazıları iki hâkimden biri müslüman biri zımmi olması ve müslümanın lehine hüküm vermeleri durumunda bu mahkemeyi caiz sayıyorlar. Amma, bir hâkim varsa ve o da zimmi ise ona baş vurmayı caiz saymıyorlar... Lakin, müslümanlar zimmiyi hâkim tayin etseler buna hanefilerden hiç birinin bu hâlinden yani zımmiyi hakim tayin ettiğinden dolayı o müslümanın küfründen-kafirliğinden-mürtedliğinden-ya da dinden bir şekilde çıktığından söz ettiğini bilen varsa söylesin... Hanefi mezhebi kitablarından “el Fetevayi Hindiyye”de İmam Serahsiden (v. 483 h/1090 m) naklen şöyle diyor: “(İmam Serahsi) “el Mebsut” isimli kitabının bir yerinde de bunu bildirmiştir. O şöyle demiştir; Bir müslüman ve bir zımmi başka bir zımmi hâkim tayin etseler, onun zımmi hakkında hükmü caiz müslüman hakkındaki ise caiz değildir. Ya da bir müslüman ve bir zımmi, biri müslüman biri zımmi olan heyeti hâkim tayin etseler, heyetteki her iki şahıs da zimminin aleyhine müslümanın lehine hüküm verseler caizdir. Yok eğer, zimminin lehine müslümanın aleyhine hüküm verseler caiz değildir. Yine, onlar bir köle ve bir hürden ibaret heyeti hâkim tayin etselerdi ve o iki hâkim hüküm verseydi hükümleri caiz olmazdı. Çünkü, kölenin hükmü caiz değildir. Hür olanın hükmü de münferid kalıyor. Hükme başvuran kimseler ise o ikisinin beraber hükmüne razı olmuştu. Buna göre de onun hakkında sadece biri hüküm veremez. Hepsinin, bir zımmi iki müslüman arasında hüküm verse ve müslümanlar bunu kabul etseler de, müslümanların zimmiyi baştan hâkim tayin etmeleri halinde olduğu gibi caiz olmaz.” Kaynak: Nizamuddin el Belhi: el Fetava el Hindiyye: 3/374 Beyrut: Darul Kutubil İlmiyye:1421/2000 Hanefi imamlarının büyüklerinden, “el Muhit el Burhani” adlı kitabın sahibi Burhanuddin el Merğinani (551-616 h/ 1156-1219 m) diyor ki: “Diyoruz ki: Bir müslüman ve bir zımmi, aralarında hüküm verecek diğer bir müslüman ve zımmiden ibaret heyetin hükmü üzere anlaşsalar ve heyetteki her ikisi müslümanın lehine zimminin aleyhine hüküm verseler caizdir. Çünkü heyetteki her iki şahs (müslüman ve zimmi) zımmilerin üzerinde hüküm ve şahidlik edebilir. Yok eğer, heyet zımminin lehine müslümanın aleyhine hüküm verirlerse caiz değildir. Çünkü, zımmiler müslümanların üzerinde hüküm vermeye hakkı yoktur ve davadan çekilir. Aynı zamanda hüküm vermeye hakkı olsa bile müslümanın hükmünün infaz edilmesi de imkânsız olur. Çünkü o (mahkemeye başvuran) sadece bir müslümanın reyine razı olmamıştı. Buna binaen, iki müslüman hür ve köleden ibaret bir heyeti aralarında hâkim tayin etseler, hür olan aralarında hüküm verse caiz olmaz. Çünkü köle hüküm vermeye ehil değildir...” Kaynak: Burhanuddin el Merginani: el Muhit el Burhani: 8/615Daru İhyai Turasil Arabi Bakın meseleye dikkat edin, hâkimlerin hükümlerinin ne olduğuna değil müslümanın hâkim olarak kendine bir zımmiyi seçmesine rağmen hiçbir âlimin bu müslümanların hata ya da haram ya da günah işlediğini hiç konu dahi etmediğine dik-kat edin. Bu nakillerde ismi geçen alimlerin mahkemeye giden insanları hiçbir ayrıma tabi tutmadan tekfir etme yerine belli başlı bazı hususlara dikkat ettiklerini görüyoruz. Zamanımızın ilimsiz müctehidleri gibi önüne geleni tekfir etme yerine meselenin hakikatını araştırıp ona göre hüküm veriyorlar. O alimler müslümanları tekfirden kurta-rabilmek için adeta kılı kırk yarıyorlardı. Günümüzün cesur tekfirci cahilleri böyle bir gayret göstermedikleri gibi, bu alimlerin sözlerini tevil ederek önlerine geleni tekfir ediyorlar. Onların söylemediği sözleri onlara izafe ediyorlar ve şöyle diyorlar; “bu kitapta her ne kadar da bu ifadeler varsa da aslında o alim şunu demek iste-di” diyerek aslında yaptıklarının doğru olmadığını ifade eden fetvaları tahrif ederek heva ve arzularına göre değiştiriyorlar. Bunlardan bazılarının yaptığı şu tahrifi bir örnek olarak nakledeyim. Bu aşırıcı grup mensublarından birilerine aşırılıktan dönerler ümidi ile Fahruddin er Razi’den ve İbn Hazm’dan yukarıda yazdığım şu nakilleri yazarak göndermiştim. Bakın onlar nasıl-da çarpıtarak sözü değiştirdiler: Birincisi: Fahruddin Razi’den yaptığım nakil: “Bu ifadeden murad şudur: Bazı kimseler, ehl-i tuğyandan (azgın kimselerden) bazısı huzurunda muhakeme olmayı istemiş, Hz. Muhammed’in huzurunda muhakeme olmayı istememişlerdir. Kâdı şöyle demiştir: “Tâgutların huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gibi; Hz. Muhammed’in hükmüne razı olmamanın ise bir küfür olması gerekir.” (Tefsir’i kebir c.8.s.121) Bakın onların tahrifine ve kendi yaptığı ketmetme suçunu kral çıplak diyen cambaz misali, bizleri suçlamalarına. Aynen aktarıyorum: Er-Razi’den Nakledilen ve Nakledilmesi Gerekli Olup da Ketmedilen Sözlerin Beyanı: A. Metin ve Tercüme: (er-Razi, Mefatihu’l Gayb 10/124 Beyrut, Daru’l Kutubi’l-İlmiyye, 1421, Baskı: 1 Cild:32) er-Razi (544-606/1149-1206) “Mefatihu’l Gayb”da şöyle demektedir: “Bu sözden mak-sat şudur; İnsanlardan bazıları ehl-i tuğyandan olan bazı kimselere muhakeme olmayı istemiş, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e muhakeme olmayı istememişler. (Hüseyin ) el-Kadı ((Şafii alimleri bazı lakap ve künyeleri kullanarak belirli alimleri kastederler. Şafii mezhebine ait kitaplarda kastedilen Kadı, Hüseyin’dir (462/1070) şöyle demiştir: “Tağutlara muhakeme olmak bir küfür (olduğu) gibi; Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmüne razı olmamanın (da) bir küfür olması gerekir. Buna şunlar delalet eder; Dikkatle okuyanın hemen fark edeceği bu ibareleri değiştirme, onların bu hu-susta ne kadar da usta olduğunu,sözleri nasıl da çarpıttıklarını anlamak için yeterlidir sanırım. Nakilde “kadı dedi ki”diye başlayan satırın arasına olduğu kelimesini ‘ve’-‘da’ bağlacını ilave etmişler ondan sonra da başlamışlar hücuma,iftiraya ve tekfirciliğe. Ba-kın bu ufak ama teknik saptırma ve de çarpıtmadan sonra, ibareyi nasıl da kendi lehleri-ne çevirmişler. Daha sonra da başlamışlar bizim daha önce kendilerine yazdığımız ken-dilerinin de beğenmeyerek karşı çıktıkları “benzeyen bizzat benzetilenin aynı değildir” konusunu işlemeye. Şimdi de bu benzeme ve benzetme konusundaki sözlerini naklede-lim;biz de zaten buna katılıyoruz, itirazımız da yoktur. Bu konuyu daha önce yazacak-tım ama meseleleri luzumsuz uzatmış olmamak için yazmamıştım. Muhatabın sözleri: El-Kadı’nın burada yapmış olduğu teşbihi tefsir edebilmemiz için beyan ilmi devreye girmelidir. Zira teşbih, beyan ilminin konusudur. Beyan: “Bir manayı farklı söz ve usüllerle anlatmayı sağlayan, belirli usül ve kuralları olan bir ilimdir.” Teşbih: Bir maksat için, bir şeyi (müşebbehi) her hangi bir vasıfta (vech-i şebeh) diğer bir şeye (müşebbeh bih) bir edatla birleştirmek (benzetmek)tir. İlk unsura müşebbeh (benzetilen), ikinci unsura müşebbeh bih (kendisine benzetilen) vasfa, vech-i şebeh (benzetme yönü) denilir. Teşbih edatı, “kef” veya benzeri edatlardır. Misal: “İlim, hidayette (doğru yolu gösterme) de nur (ışık) gibidir.” Bu misal-de: Müşebbeh olan “İlim” müşebbeh bih “Nur” vech-i şebeh “Hidayet” teşbih edatı “Kef”.El-Kadı’nın “Tağutlara muhakeme olmak bir küfür (olduğu) gibi, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmüne razı olmamanın (da) bir küfür olması gerekir” sözünde: Müşebbeh (benzetilen): Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmüne razı ol-mamanın küfür olması.Müşebbeh bih (kendisine benzetilen): Tağutlara muhakeme ol-mak.Vechi şebeh (benzetme yönü): Küfür. (teşbih’in iki tarafıdır.)Teşbih edatı: Kef’dir. Hükmü tespit etmek için benzetme yönü ile benzetilenin tüm yönleri ile aynı olması gerekmektedir. Zira benzerlikler ele alındığı nokta itibariyle değer kazanır. Müşebbeh, müşebbeh bih ile aralarındaki illet (benzetilme nedeni) benzerliği sebebiyle aynı hükmü alır. Yani müşebbeh bih’in hükmü ne ise müşebbeh de aynı hükümde olur. (Benzetme yönü de benzetilen de aynı hükümde olur.) Suyuti “İtkan”da şöyle demekte-dir: “Ulemadan bazıları teşbihi şöyle tarif ederler: Müşebbehe, müşebbeh bih’in hüküm-lerinden birini vermektir. (Suyuti, el-İtkan fi Ulumi-l Kur’an: 2/114 (Lübnan, Daru’l-Fikr, 1416)….. onların sözü bu. Cevap : Halbu ki eserin arapça baskısı da türkçe baskısı da onların dediği gibi, “tağutlara muhakeme olmak bir küfür (olduğu) gibi; Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmüne razı olmamanın (da) bir küfür”şeklinde değil,bizim naklettiğimiz; “tağutlara muhakeme olmak bir küfür gibi; Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmüne razı olmamanın ise bir küfür olması gerekir” şeklindedir. Şu halde onların delil diye yazdığı beyan ilminin konusu olan teşbihle alakalı hususları kendileri tekrar tekrar okumalıdırlar. İkincisi ibn Hazım’ın fetvası: Bizim ibn Hazım’dan naklimizin özeti ve konumuzla alakalı bölümü: İbn Hazm’ın söz-leri: Doğru olan şudur ki nifak, sahibi kâfir olan nifak (sahibini küfre düşüren nifak) ve sahibi kafir olmayan nifak olmak üzere ikiye ayrılır. Mümkündür ki, Nebi’ye değil, tağuta muhakeme olmak isteyenler Rasulullah’a itaatlerini izhar etmekle beraber, bunun (rasule itaatin) doğru olduğuna inanarak, hükümde ona değil, başkasına müracaat etmeği taleb etmekle asi olurlar. Lâkin bunu hevalarına tabii olarak heveslerine göre yapmışlardır. Bununla kâfir değil, asi oldular. Kaynak: İbn Hazm: El Muhalla bil Asar: 11/202 Tahkik: Ahmed Şakir (1352 h) Onlar İbn Hazm’ın sözlerini de şöyle değiştirmişler;Muhatap: İbn Hazm’dan Nakledilen ve Nakledilmesi Gerekli Olup da ketmedilen Sözlerin Beyanı Metnin Tercümesi: İbn Hazm (rahimehullah) “el-Muhalla”da şöyle der: 2203. Mesele: “Münafıklar ve Mürtedler Kimdir?”Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Dört şey kimde bulunursa o kişi halis münafık olur. Kimde bu özelliklerden biri bulunursa bunu terk edinceye kadar kendisinde nifak özelliklerinden biri bulunmuş olur: (1) Ken-disine bir şey emanet edilince ihanet eder, (2) Konuştuğunda yalan söyler, (3) Antlaşma yaptığında antlaşmaya vefa göstermez, (4) Düşmanlık yaptığında haddi aşar” [ Buhari (34); Müslim (58); Tirmizi (2632); Nesai (5020); Ebu Davud (4688)] Sahih olan şudur ki: Buradaki nifak, sahibi kafir olmayan ve nifak olan (da) olabilir. Mümkündür ki: “Tağuta muhakeme olmayı irade ederek Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’e muhakeme olmayı istemeyenler, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e itaatlerini zahir kılmakla ve bu itaatin sahih olduğuna itikad ederek, Resulullah (s.a.v)’in gayrisinden hüküm talep etmekle asi olurlar. Lakin bunu hevalarına tabi olarak yaptılar ve bununla kafir değil asi oldular. Biz bunu açık bir şekilde kendi yanımızda buluyoruz. Biz, hakim yanında (mu-hakeme olmak için) Kur’an’ı Kerim ve Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın onla-rın ikrarıyla sabit olan sünnetine çağırıyoruz. Onlar ise buna karşı çıkarak Ebu Hani-fe’nin, Malik’in ve Şafii’nin görüşleriyle rızalaşıyorlar. (muhakeme oluyorlar)Bu hiçbir kimsenin inkar edemeyeceği bir iştir. Onlar bununla kafir olmuyorlar. Allah’u Teala, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e başvurma-dıkça iman etmiş olmayacaklarını beyan edinceye kadar diğerleri de böyledir.Vacib olan şudur ki: Kim buna daha önceden vakıf olur ve sonradan vakıf olur ve kıyamet gününe kadar vakıf olur ve karşı çıkar inad ederse o kafirdir. Ayet-i Kerime’de ‘onlar bu ayetin inmesinden sonra inad ettiler’ şeklinde onların nakli bu Cevab : Özellikle ibaredeki şu ifadeleri iptal etmişler. وقال تعالى: {أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ} إلى قوله تعالى: {حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ}. Manası : Allah (c.c) buyurdu “görmedin mi o kimseleri ki istiyorlar.”(Nisa 60)dan Allah (c.c) ın şu buyruğu “ta ki aralarında seni hakem tayin etmedikce…” (nisa 65) Bunun sebebi nedir acaba? Bu ayetleri ibareden cıkaranların niyetleri açıkça belli ki in-sanlar ibn Hazım’ın sözünü anlamasınlar böylelikle de kendilerinin sapık fikirlerini kabul etsinler,kendileri de alim edası ile hem sapsın hemde saptırsınlar. Onların yazdıklarını okumaya devam edelim. Muhatab : 2- Nakledilen Sözlerin İcmali Manası: İbn Hazm (rahimehullah), Kur’an ve sünnetin hükümlerinden önceye imamlarının bu nasslardan anladıklarını geçirenlerin bu imamları kendilerine tağut edindiklerini, ancak bununla kafir ve münafık değil ancak fasık ve günahkar olacaklarını ifade etmiştir. Bu-nunla birlikte Nisa Suresi’nin 60. ve 65. ayetlerine binaen ihtilaflarda Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e başvurmadıkça hiçbir kimsenin iman etmiş olmayacağını ve bu hükmü inkar etmeden, bu hükme karşı çıkıp bunda inad edenin de kafir olacağını beyan etmiştir. Bunlar o tekfircilerin yazdıklarıydı. Cevab ikkat edenin dikkatinden kaçmayacağı üzere bir sapıklıkla, onlar “Allah’ın ayetlerine karşı çıkıp inat edenler” ibaresinden dolayı ibn Hazım’ın o sözünden maksadın onların tekfir edildiği manasını çıkarmışlar. Halbuki İbn Hazım’ın sözü şudur: Doğru olan şudur ki nifak, sahibi kâfir olan nifak (sahibini küfre düşüren nifak) ve sahibi kafir olmayan nifak olmak üzere ikiye ayrılır. Mümkündür ki, Nebi’ye değil, tağuta muhakeme olmak isteyenler Rasulullah’a itaatle-rini izhar etmekle beraber, bunun (rasule itaatin) doğru olduğuna inanarak, hükümde ona değil, başkasına müracaat etmeği taleb etmekle asi olurlar. Lâkin bunu hevalarına tabii olarak heveslerine göre yapmışlardır. Bununla kâfir değil, asi oldular. (İbn hazm) İnsan şaşıyor bunların anlayışlarına. İnsan nasıl olur da özellikle üzerine basa basa “bu-nunla kâfir değil, asi oldular” sözünden “bundan ibn Hazım’ın maksadı onların kafir olduklarıdır” manasını çıkarır; bundan daha da garibi birileri bunlara inanıyor bizim de inanmamızı bekleyerek bu ilim ve akıldan uzak yorumları nakledip yayıyorlar. Onların yorumlarından biri de şudur; Tağutun ne ve nasıl olduğunu anlattıktan sonra diyorlar ki Muhatab : Hristiyanlar da Allah (azze ve celle)’a Hz. İsa (aleyhisselam)’ı eş koşmaktalar ve onu rab edinerek ona tapmaktalar. İsa (aleyhisselam)’ya tapanlar için İsa (aleyhisselam) tağuttur, yani insanların Allah (azze ve celle)’tan ayrı tapındıkları bir varlıktır. Ancak İsa (aleyhisselam) hiçbir zaman Allah (azze ve celle)’ın tevhid edilme-sinden başka bir şey söylememiş ve bundan razı olmamıştır. Dolayısı ile İsa (aleyhisselam) bizzat tağut değildir. Ayrıca tağut, haddi aşmak manasında da kullanılan bir kelimedir. Zira İbn Kayyım mecaz hakkında “o bir tağuttur”diyerek mecazın insanların Allah (azze ve celle)’a karşı haddi aştıkları bir şey olduğunu ifade etmiştir. Bunlar anlaşıldıktan sonra İbn Hazm (rahimehullah), taklidin haram olduğunu şiddetle savunduğu için, imamların bizzat tağut olmamakla birlikte insanların onların sözlerini Kitap ve Sünnet’e karşı önceleyerek Allah (c.c)’a karşı haddi aştıklarını ve imamların kavillerini öncelediklerinden bunlara muhakeme olduklarını ve bu sebeple de imamları tağuıt edinmiş olduklarını ifade etmektedir. Onların sözü burada bitti. Cevab : Bakın şu hataya! Bu aşırıcı taife özetle şunları söylüyor; ibn Hazm’a göre mezheb imamlarına uyanların, o imamlar tağutudur bu sebeble de ibn Hazım tağuta başvuran kafir değil asidir derken asıl tağutları değil de mezheb imamlarını kast ediyor. Onlara baş vuran kafir değil fasıktır diyorlar. Buna da delil olarak aldıkları, (özet mana olarak) şunu yazmışlar: Tağut,bazen insanların Allaha ortak koştuğu olur ama o buna rıza göstermez ya da haberi dahi olmaz. Verdikleri örnek te İsa (a.s.) dır. Bu yorumu yazana sorarım; Acaba ibn Hazım İsa (a.s.) dan da tağut diye mi bahsetmiştir? Tabii ki hayır! Çünkü bu küfür sözüdür, yani hristiyanların aşırılıklarını anlatırken onların iddalarına göre itaat ettikleri İsa (a.s.) ya ibn Hazm da, bir başka müslüman da tağut demediği gibi islam alimlerine onları islam alimi olarak kabul edip bildikleri halde tağut dememişlerdir;bu caiz de değildir. Görüldüğü üzere bu aşırıcı taife, naslarla oynayıp kendi arzularına alet ettikleri gibi, alimlerin fetvalarını da tahrif edip değiştirerek cambazlık yapıyorlar. Allah’a hamd olsun ki bu gibi dalalet ehline cevap verip onların ipliğini pazara çıkaracak iman erleri vardır. MÜŞRİKLERE TAĞUTLARA İTAAT: İman kurtubi (en-am 121.) ayetin tefsirinde şöyle der: “Eğer onlara itaat ederseniz.” yani, meyteyi helâl kabul etmek hususun¬da onlara uyarsa-nız, “elbette siz de müşrikler olursunuz.” Âyet-i kerime şu¬na delildir: Kim Allah’ın haram kıldığı herhangi bir şeyi helâl kabul edecek olursa, bununla müşrik olur. Şanı yüce Allah ise meyteyi açık nass ile haram kılmıştır. Başka herhangi bir kimsenin koyduğu bir hüküm ile meyte helâl ka¬bul edile-cek olursa, kabul eden şirk koşmuş olur. İbnü’l-Arabî der ki: Mü’min bir kimse itikadı ilgilendiren hususlarda müş¬rik bir kimse-ye itaat edecek olursa bu itaati sebebiyle o da müşrik olur. Fa¬kat fiilen ona itaat etmekle birlikte onun inancı tevhid üzere sağlıklı bir şe¬kilde devam ediyor ve tasdikini sürdürüyorsa asi olur. Bunu böylece belle¬yiniz. (Kurtubi) Bu açıklama doğrultusunda kafir,tağut ve müşriklere itikatta değil de amelde itaat eden-lerin hükmünü açıklayacağız. Bir başka ifade ile gayri Müslimlere,tağutlara itaat eder görünüp ama o hükme inanmayan, kalbi ile Allah’ın hükmünü tasdik eden kişinin hük-münü açıklayacağız. TAĞUTİ HÜKÜMLERLE HÜKÜM VEREN HAKİMLERİN HÜKMÜ Yukarıda tağutların mahkemesine başvuranların bazı durumlarda kafir olmadığını ama duruma göre kafir, fasık,günahkar olacağını bazı İslam alimlerinden naklettik. Şimdi de tağutun hükümlerini istemeyerek uygulayan hakimlerin duruma göre hüküm aldığını, bazen kafir oldukları, bazen de kafir olmadıklarını açıklayan alimlerin görüşlerini aktaralım: İbni Teymiyye şöyle der: Necaşi kral olmasına rağmen Allah’ın hükmünü Hristiyan olan halkına tatbik edememiştir.Ömer ibni Abdul aziz (r.a) Allahın (c.c) hükümleri ile hükmetmek için yoğun çaba sarfetmiş, fakat büyük zorluklarla karşılaşmış ve bir görüşe göre bu yüzden zehirlenerek öldürülmüştür. Zamanımızda Moğolların ele geçirdikleri İslam ülkelerinde görev yapan Müslüman hakimler, istemelerine rağmen her zaman Allahın emirleri ile hükmedemiyorlar. Onun için bu konuda sorumluluğun ölçüsü, güç ve kudretin yetmesidir. Cenab-ı hak ‘Allah bir kimseye ancak gücü nisbetinde mükellefiyet verir’ buyurmuştur. Şeyh Muhammed İbni İbrahim de şunları söyler: Bu ayeti kerime, iki çeşit küfrü kapsar. Bunlardan birisi itikad ile ilgili, diğeri de amel ile ilgilidir.İtikad ile ilgili olan küfür , kendi içinde şu kısımlara ayrılır :  Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen kişinin Allah ve Rasulünün hükmünün hak ve gerçek olduğunu inkar etmesidir. Bunu inkar eden kimse, bütün İs-lam alimlerinin ittifakı ile kafir olur ve dinden çıkar. Çünkü Allah’ın hü-kümlerine, O’ndan gelen emirlere ve O’nun Rasulü tarafından tebliğ edil-diği kesinlik ile sabit olan hususlara iman etmek ve onların hak olduğunu kabul etmek imanın temel rüknüdür.  Allah’tan başkasının hükmünün daha güzel, daha mükemmel ve daha iyi olduğuna inanmaktır. Bu da küfürdür. Çünkü bu , Allah’ın hükmünü ve dolayısı ile Allah’ı küçültmek ve O’nu mahluklardan daha aşağı görmek demektir.  Allah’tan başkasının hükmünü Allah’ın hükmü değerinde ve ayarında görmektir. Bu da küfürdür. Çünkü bu,yaratıkları Allah’ın seviyesine çı-karmaktır. Halbuki Kur’an’da “Allah gibisi yoktur” ve “Yaratmak ve emretmek O’na aittir” buyurulmuştur.  Allah ve rasulünün hükmüne muhalif olan şeyler ile hükmetmenin caiz ol-duğuna inanmak.Bu da küfürdür. Çünkü böyle inanmak, Allah Rasulünün hükümleri ile hükmetmenin farz olduğunu bildiren nassları inkar etmektir.  Allah’ın hükmüne inad,düşmanlık ve karşı gelmek maksadı ile başka hü-kümler ile hükmetmek bu küfrün en şiddetlisidir. Çünkü burada Allah’a meydan okumak söz konusudur.  Kendi cahiliyetlerini korumak ve Allah’ın indirdiği dinin potasında erimemek için, İslam’dan önceki baba ve dedelerden gelen adet ve geleneklerle hükmetmek Amel ile ilgili küfre gelince bu küfür dinden çıkarmaz ancak en büyük günahı oluşturur. Çünkü Allah (c.c) diğer günahlara küfür ismini koymadığı halde buna küfür ismini koymuştur. Bu küfür kişinin Allah ve Rasulünün hükümlerine hak , gerçek ve doğru bildirdiği, öyle inandığı halde beşeri zaaflara veya baskılara yenik düşerek başka hükümler ile hükmetmesidir. Zamanımızda Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenleri tekfir konusunda aşı-rılıklar vardır. Salim el-Behnesavi şöyle der “ Bu konuda aşırı gidenler, Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenleri sebebleri ne olur ise olsun tekfir ediyorlar.” Bu şekilde tekfir cihedine gidenler iki noktada hata ediyorlar 1. Yukarıda ki taksim ve tafsilatı esas almaksızın tekfir etmeleri 2. Belli bir kimseyi (hakim devlet ricalı vs.) tekfir eder iken onu Allah’ın hükmü ile hükmetmenin dışına çıkaran sebebleri itibar dışı bırakmaları. Halbuki bu sebeblerin arasında bilgisizlik,zorlama,küfrü itikad seviyesin-den amel seviyesine düşüren mazeretler bulunabilir. İbni Teymiyye şöyle der : مجموع فتاوى ابن تيمية نذير، وذل أيضًا على أن ذلك ظلم تنزه سبحانه عنه‏.‏ وأيضًا، فإن الله تعالى قد أخبر في غير موضع أنه لا يكلف نفسًا إلا وسعها، كقوله‏:‏ ‏ {لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا‏}‏ ‏[‏البقرة‏:‏ 286‏]‏ ، وقوله‏:‏ ‏{وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ لاَ نُكَلِّفُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ‏}‏ ‏[‏الأعراف‏:‏ 42‏]‏، وقوله‏:‏ ‏{لاَ تُكَلَّفُ نَفْسٌ إِلاَّ وُسْعَهَا‏}‏ ‏[‏البقرة‏:‏ 233‏]‏، وقوله‏:‏ ‏{لَا يُكَلِّفُ اللَّهُ نَفْسًا إِلَّا مَا آتَاهَا‏}‏ ‏[‏الطلاق‏:‏ 7‏]‏‏.‏ وأمر بتقواه بقدر الاستطاعة فقال‏:‏ {فَاتَّقُوا اللَّهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ‏}‏ ‏[‏التغابن‏:‏ 16‏]‏، وقد دعاه المؤمنون بقولهم‏:‏ {رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ‏}‏ ‏[‏البقرة‏:‏ 286‏]‏، فقال‏:‏ ‏[‏قد فعلت‏]‏‏.‏ فدلت هذه النصوص على أنه لا يكلف نفسًا ما تعجز عنه، خلافًا للجهمية المجبرة، ودلت على أنه لا يؤاخذ المخطئ والناسي خلافًا للقدرية والمعتزلة‏.‏ وهذا فصل الخطاب في هذا الباب‏.‏ فالمجتهد المستدل من إمام وحاكم وعالم وناظر ومُفْتٍ، وغير ذلك، إذا اجتهد واستدل فاتقي الله ما استطاع كان هذا هو الذي كلفه الله إياه، وهو مطيع لله مستحق للثواب إذا اتقاه ما استطاع، ولا يعاقبه الله البتة خلافًا للجهمية المجبرة وهو مصيب، بمعني‏:‏ أنه مطيع لله، لكن قد يعلم الحق في نفس الأمر وقد لا يعلمه، خلافًا للقدرية والمعتزلة في قولهم‏:‏ كل من استفرغ وسعه علم الحق، فإن هذا باطل كما تقدم، بل كل من استفرغ وسعه استحق الثواب‏.‏ وكذلك الكفار، من بلغه دعوة النبي صلى الله عليه وسلم في دار الكفر، وعلم أنه رسول الله فآمن به، وآمن بما أنزل عليه، واتقي الله ما استطاع، كما فعل النجاشي وغيره، ولم تمكنه الهجرة إلى دار الإسلام، ولا التزام جميع شرائع الإسلام؛ لكونه ممنوعًا من الهجرة وممنوعًا من إظهار دينه، وليس عنده من يعلمه جميع شرائع الإسلام، فهذا مؤمن من أهل الجنة‏.‏ كما كان مؤمن آل فرعون مع قوم فرعون، وكما كانت امرأة فرعون، بل وكما كان يوسف الصديق عليه السلام مع أهل مصر؛ فإنهم كانوا كفارًا، ولم يمكنه أن يفعل معهم كل ما يعرفه من دين الإسلام؛ فإنه دعاهم إلى التوحيد والإيمان فلم يجيبوه، قال تعالى عن مؤمن آل فرعون‏:‏ ‏{وَلَقَدْ جَاءكُمْ يُوسُفُ مِن قَبْلُ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا زِلْتُمْ فِي شَكٍّ مِّمَّا جَاءكُم بِهِ حَتَّى إِذَا هَلَكَ قُلْتُمْ لَن يَبْعَثَ اللَّهُ مِن بَعْدِهِ رَسُولًا‏}‏ ‏[‏غافر‏:‏ 34‏]‏‏.‏ وكذلك النجاشي، هو وإن كان ملك النصاري، فلم يطعه قومه في الدخول في الإسلام، بل إنما دخل معه نفر منهم؛ ولهذا لما مات لم يكن هناك أحد يصلي عليه، فصلي عليه النبي صلى الله عليه وسلم بالمدينة، خرج بالمسلمين إلى المصلي فصفهم صفوفًا، وصلي عليه، وأخبرهم بموته يوم مات وقال‏:‏ ‏"‏إن أخًا لكم صالحًا من أهل الحبشة مات‏"‏‏.‏ وكثير من شرائع الإسلام أو أكثرها لم يكن دخل فيها لعجزه عن ذلك، فلم يهاجر، ولم يجاهد، ولا حج البيت، بل قد روي أنه لم يصل الصلوات الخمس، ولا يصوم شهر رمضان، ولا يؤدي الزكاة الشرعية؛ لأن ذلك كان يظهر عند قومه فينكرونه عليه، وهو لا يمكنه مخالفتهم‏.‏ ونحن نعلم قطعًا أنه لم يكن يمكنه أن يحكم بينهم بحكم القرآن، والله قد فرض على نبيه بالمدينة أنه إذا جاءه أهل الكتاب لم يحكم بينهم إلا بما أنزل الله إليه، وحَذَّرَه أن يفتنوه عن بعض ما أنزل الله إليه‏.‏ وهذا مثل الحكم في الزنا للمُحْصِن بِحَدِّ الرجم، وفي الديات بالعدل، والتسوية في الدماء بين الشريف والوضيع، النفس بالنفس والعين بالعين، وغير ذلك‏.‏ والنجاشي ما كان يمكنه أن يحكم بحكم القرآن؛ فإن قومه لا يُقِرُّونه على ذلك، وكثيرًا ما يتولي الرجل بين المسلمين والتتار قاضيًا بل وإمامًا وفي نفسه أمور من العدل يريد أن يعمل بها فلا يمكنه ذلك، بل هناك من يمنعه ذلك، ولا يكلف الله نفسًا إلا وسعها‏.‏ وعمر ابن عبد العزيز عُودي وأوذي على بعض ما أقامه من العدل، وقيل‏:‏ إنه سُمَّ على ذلك‏.‏ فالنجاشي وأمثاله سعداء في الجنة، وإن كانوا لم يلتزموا من شرائع الإسلام ما لا يقدرون على التزامه، بل كانوا يحكمون بالأحكام التي يمكنهم الحكم بها‏.‏ ولهذا جعل الله هؤلاء من أهل الكتاب، قال الله تعالى‏:‏ ‏{وَإِنَّ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَمَن يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْكُمْ وَمَآ أُنزِلَ إِلَيْهِمْ خَاشِعِينَ لِلّهِ لاَ يَشْتَرُونَ بِآيَاتِ اللّهِ ثَمَنًا قَلِيلاً أُوْلَئِكَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ إِنَّ اللّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ‏}‏ ‏[‏آل عمران‏:‏199‏]‏، وهذه الآية قد قال طائفة من السلف‏:‏ إنها نزلت في النجاشي، ويروي هذا عن جابر وابن عباس وأنس‏.‏ ومنهم من قال‏:‏ فيه وفي أصحابه، كما قال الحسن وقتادة‏.‏ وهذا مراد الصحابة ولكن هو المطاع، فإن لفظ الآية لفظ الجمع لم يرد بها واحد‏.‏ وعن عطاء قال‏:‏ نزلت في أربعين من أهل نجران، وثلاثين من الحبشة، وثمانية من الروم، وكانوا على دين عيسي فآمنوا بمحمد صلى الله عليه وسلم، ولم يذكر هؤلاء من آمن بالنبي صلى الله عليه وسلم بالمدينة، مثل‏:‏ عبد الله بن سَلاَم، وغيره ممن كان يهوديا، وسلمان الفارسي، وغيره ممن كان نصرانيًا، إلا هؤلاء صاروا من المؤمنين فلا يقال فيهم‏:‏ {وَإِنَّ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَمَن يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْكُمْ وَمَآ أُنزِلَ إِلَيْهِمْ‏}‏ ‏[‏آل عمران‏:‏ 199‏]‏، ولا يقول أحد‏:‏ إن اليهود والنصارى بعد إسلامهم وهجرتهم ودخولهم في جملة المسلمين المهاجرين المجاهدين يقال‏:‏ إنهم من أهل الكتاب، أي‏:‏ من جملتهم وقد آمنوا بالرسول، كما قال تعالى في المقتول خطأ‏:‏ ‏{عَدُوٍّ لَّكُمْ وَهُوَ مْؤْمِنٌ فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُّؤْمِنَةٍ‏}‏ إلى قوله‏:‏ ‏{وَإِن كَانَ مِن قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ مِّيثَاقٌ‏}‏ ‏[‏النساء‏:‏ 92‏]‏، فهو من العدو ولكن هو كان قد آمن، وما أمكنه الهجرة، وإظهار الإيمان، والتزام شرائعه، فسماه مؤمنًا؛ لأنه فعل من الإيمان ما يقدر عليه‏.‏ وهذا كما أنه قد كان بمكة جماعة من المؤمنين يستخفون بإيمانهم، وهم عاجزون عن الهجرة، قال تعالى‏: ‏ ‏{إِنَّ الَّذِينَ تَوَفَّاهُمُ الْمَلآئِكَةُ ظَالِمِي أَنْفُسِهِمْ قَالُواْ فِيمَ كُنتُمْ قَالُواْ كُنَّا مُسْتَضْعَفِينَ فِي الأَرْضِ قَالْوَاْ أَلَمْ تَكُنْ أَرْضُ اللّهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُواْ فِيهَا فَأُوْلَئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَسَاءتْ مَصِيرًا إِلاَّ الْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاء وَالْوِلْدَانِ لاَ يَسْتَطِيعُونَ حِيلَةً وَلاَ يَهْتَدُونَ سَبِيلاً فَأُوْلَئِكَ عَسَى اللّهُ أَن يَعْفُوَ عَنْهُمْ وَكَانَ اللّهُ عَفُوًّا غَفُورًا‏}‏ ‏[‏النساء‏:‏ 97 99‏]‏، فعذر سبحانه المستضعف العاجز عن الهجرة‏.‏ وقال تعالى‏:‏ ‏ {وَمَا لَكُمْ لاَ تُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاء وَالْوِلْدَانِ الَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا أَخْرِجْنَا مِنْ هَذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ أَهْلُهَا وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ وَلِيًّا وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ نَصِيرًا‏} ‏ ‏[‏النساء‏:‏ 75‏]‏، فأولئك كانوا عاجزين عن إقامة دينهم، فقد سقط عنهم ما عجزوا عنه؛ فإذا كان هذا فيمن كان مشركًا وآمن، فما الظن بمن كان من أهل الكتاب وآمن‏؟‏ وقوله‏:‏ ‏{فَإِن كَانَ مِن قَوْمٍ عَدُوٍّ لَّكُمْ وَهُوَ مْؤْمِنٌ‏}‏ ‏[‏النساء‏:‏ 92‏ قيل‏:‏ هو الذي يكون عليه لباس أهل الحرب، مثل أن يكون في صفهم، فَيُعْذَر القاتل؛ لأنه مأمور بقتاله، فتسقط عنه الدِّية، وتجب الكفارة، وهو قول الشافعي وأحمد في أحد القولين، وقيل‏:‏ بل هو من أسلم ولم يهاجر، كما يقوله أبو حنيفة، لكن هذا قد أوجب فيه الكفارة‏.‏ وقيل‏:‏ إذا كان من أهل الحرب لم يكن له وارث، فلا يعطي أهل الحرب ديته، بل تجب الكفارة فقط، وسواء عرف أنه مؤمن وقتل خطأ أو ظن أنه كافر، وهذا ظاهر الآية‏.‏ وقد قال بعض المفسرين‏:‏ إن هذه الآية نزلت في عبد الله بن سلام وأصحابه، كما نُقِلَ عن ابن جُرَيْج ومقاتل وابن زيد، يعني‏:‏ قوله ‏ ‏{وَإِنَّ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ‏}‏ ‏[‏آل عمران‏:‏ 199‏]‏، وبعضهم قال‏:‏ إنها في مُؤْمِني أهل الكتاب‏.‏ فهو كالقول الأول، وإن أراد العموم فهو كالثاني‏.‏ وهذا قول مجاهد، ورواه أبو صالح عن ابن عباس‏.‏ وقول من أدخل فيها ابن سلام وأمثاله ضعيف؛ فإن هؤلاء من المؤمنين ظاهرًا وباطنًا من كل وجه، لا يجوز أن يقال فيهم‏:‏ Yukarıdaki metinde İbni Teymiyye şöyle der: Yine Allah baska bir yerde nefsi kaldiramayacagi bir yukle sorumlu tutmayacağını bildiriyor. Şu ayette geçtiği gibi: ‏‘Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez’’ (bakara/286)‏ ve yine şu sözünde geçtiği gibi: ‘Hiç kimse, taşıyabileceğinden daha fazlasıyla yükümlü tutulamaz’(bakara/233) yine şu sözünde dediği gibi: ‘Biz hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz.’ (araf/42) ve yine şu sözünde olduğu gibi: ‘Allah, kimseyi ona verdiğinden fazlasıyla mükellef tutmaz.’(talak/7) ( O Allah)kendisinden güc yettiği kadarıyla korkmayı emretmiştir. Şöyle buyuruyor: ‘O hâlde, gücünüz yettiği kadar Allah’a karşı gelmekten sakının.’ (teğabun/16) Mü’minler de söyle dua etmişlerdir: ‘Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rab-bimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme!’ (bakara/286) O (c.c) da şöyle buyurmuştur: “ artık( istediğiniz gibi) yaptım”. Bu naslar, mecbur eden Cehmiyyeye muhalif olarak Allah’ın nefse aciz kalacagı bir şey yüklemeyeceğine delildir ve yine Kaderi ve Mutezililere muhalif olarak, hata yapan ve unutan birinin sorumlu tutulmayacagına delildir. İşte bu, bu konuda söylenilecek son sözdür. Delil getiren imamdan, hakimden, alimden, münazara yapandan, müftiden ve bundan başkasından olan bir müctehid ictihad yapar ve ( bu ictihadında) gücü yettiği kadarıyla Allah’tan korkarsa,işte bu (ictihadında gücü yettiği kadarıyla Allah’dan korkması) Allah’ın onu mükellef kıldığı şeyin kendisidir ve o ( şu haliyle) Allah’a itaat eden ve gücü yettiği kadarıyla korktuğu halde sevabı hak eden birisidir. Elbette mecbur eden Cehmiyyelere muhalif olarak Allah ona azap vermez. O (bu ameliyle) isabet etmiş birisidir. Yani (şu haliyle) Al-lah’a itaat eden birisidir. Bunun ile beraber kendiliğinde (ictihad ettiği) işi (hükmün hakikatini) bile de bilir bilemeye de bilir. Bu “gayret gösteren her kimse hakkı bilmiş-tir” diyen Kaderi ve Mutezilelere muhaliftir. Bu ( kaderi ve mutezilelerin şu görüşü) önce de zikr olunduğu gibi batıldır. Bilakis gayret eden herkes sevabı hak etmiştir. Kafirler de aynen şöyle: kime darul küfürde peygamberin (s.a.v) daveti ulaşmış, onun Allah’in Rasulü olduğunu biliyor, ona ve ona indirilene iman etmişse, Necaşi ve ondan başkasının yaptığı gibi gücü yettiği kadariyla Allahtan korkmuş, ama darulislama hicret ve İslam’ın tüm şeriatine uymak, (hicretten ve dinini izhar etmekden men edildiği için) kendisine mümkün olmamışsa ve yanında ona İslam’ın tüm şeriatini öğretecek birisi yok ise, işte bu cennet ehlinden olan bir mümindir. Firavun ailesinden olan mü’min zat, firavunun karısı gibi, keza doğru sözlü Yusuf’un (s.a) mısır ehliyle beraber yaşadığı gibi. Onlar(mısır ehli) kafir idiler, ve h.z Yusuf’un İslam dininden bildiği her şeyi onlara uygulaması mümkün değildi. O onları tevhid ve imana davet etti, onlar ise icabet etmediler. Allah (c.c.),firavunun ailesinden olan mü‘min kişi dili ile bunu şöyle haber veriyor: ‘Andolsun, daha önce Yûsuf da size apaçık deliller getirmişti de, onun size getir-dikleri hakkında şüphe edip durmuştunuz. Daha sonra o ölünce de, “Allah, ondan sonra aslâ peygamber göndermez” demiştiniz.’(mü’min/34) Ve Necaşi de bunun gibi. O hristiyanların hükümdarı olsa da kavmi ona İslam’a girme hususunda itaat etmedi. Bilakis onunla beraber ( az sayıda) kişi İslam’a girdi. Bunun için öldüğü zaman, cenazesini orada (Habeşistan’da) kılacak kimse yoktu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Medine’de müslümanlarla beraber çıkıp müslümanları saf saf dizerek (Necaşi’nin) cenazesini kıldı. Öldüğü gün ölümü hakkında haber verdi ve şöyle dedi: “Habeşistanlı salih bir kardeşiniz öldü”. İslam şeriatinin çoğu veya büyük bir kısmı,(Necaşi’nin bundan)aciz kaldiği için (Habeşistan’a) girmemişti. O hicret, cihad, hac gibi (ibadetleri) yapmamıştır. Rivayet olunmuştur ki beş vakit namazı kıl-mamış, ramazan orucunu tutmamış, şer’i zekatı bile vermemiştir. Çünkü tüm bunları kavmi görebilir ve o hükümleri inkar ederek kendisine isyan edebilirlerdi.O ise kavmi-ne muhalefet edemiyordu.Biz de kesinlikle biliyoruz ki, onlar (kavmi) arasında Kur’an hükmü ile hüküm etmesi mümkün değildi. Halbuki Allah,peygamberine Medine’de ehl-i kitaptan birileri O’nun yanına geldiğinde, Allah’ın indirdiği haricinde bir hükümle hükmetmemesini farz kılmıştır.O’nu (ehli kitabın) Allahin indirdiklerinden bazıları hakkında fitneye düşürmesinden sakındırmıştır. İşte bu zina konusunda evli olan biri-nin taşlanıp recm edilişi, diyet hususunda adaletli olmak, kan konusunda şerefli (otorite sahibi) ile sıradan birinin aynı oluşu, nefse nefs, göze göz, ve diğerleri gibi… Necaşi’ye Kur’an hükmü ile hükmetmek mümkün değildi. Kavmi onu bu şey üzere kabullenmezdi. Müslümanlar ve tatarlar arasinda kadı veya imam olan bir cok kişinin nefsinin derinliklerinde adaletle amel etme ( arzusu) vardır ki, bunu yap-mak onun icin imkansız idi, bilakis onu bu şeyden men edecek kimseler vardı. Allah da nefse yüklenemeyeceği bir yükü yüklemez. Ömer ibnu abdul-Aziz adaletle yaptığı bazı şeylerden dolayi düşmanlığa maruz kaldı ve eziyyet edildi. Onun ( adaletle hüküm vermeye çalıştığı) için, zehirlendiği bile söyleniliyor. Ama Necaşi ve benzerleri uymaları mümkün oldmadığı için, İslam şeriatlerine uyma-dıysa da onlar cennette mutlu kimselerdir. Bilakis kendilerinin hüküm vermesi mümkün olan (o sistemin hükümleri) hükümlerle hüküm veriyorlardı. Bunun için de Allah onları ehli kitaptan(ehli kitabin iman edenlerinden) sayarak söyle buyurdu: ‘Kitap ehlinden öyleleri var ki, Allah’a, size indirilene ve kendilerine indirilene, Allah’a derinden saygı duyarak inanırlar. Allah’ın âyetlerini az bir değere sat-mazlar. Onlar var ya, işte onların, Rableri katında mükâfatları vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.’(Al-i İmran/199) Bu ayet hakkında seleften bir taife, ayetin Necaşi hakkinda indiğini soylemektedir. Bu görüş Cabir, ibn Abbas ve Enes’den rivayet olunur. Bazıları da bu ayetin onun ve as-habının hakkında indiğini söylüyorlar. Hasan ve Katade’nin söylediği gibi. Bu sahabe-nin muradıdır (görüşüdür) ama o (Hasan ve Katade’nin görüşü) tabi olunacak bir gö-rüştür. Çünkü ayetin lafzı umuma hitaptır. Hiç kimse redd ( istisna ) olunmamıştır. Ata’dan şöyle rivayet olunuyor: “ayet necrandan kırk, hebesistandan otuz, rumlardan sekiz kişi hakkında inmiştir.Onlar h.z İsa’nın dini üzereydi, Muhammed’(s.a.v)e de iman etmislerdi.” Onlar resulullaha (s.a.v) Medine’de iman edenleri zikr etmemişlerdir. Yahudilerden olan Abdullah ibnu Selam, hiristiyanlardan olan Selman-ı Farisi ve di-ğerleri gibi. Olabilir ki, onlar ( dinini açikça belli eden) mü’minler olduklari için hakla-rında ‘Kitap ehlinden öyleleri var ki, Allah’a, size indirilene ve kendilerine indirilene, Allah’a derinden saygı duyarak inanırlar.’(Al-i İmran/199) denilmez diye düşündükleri için ( bu görüştedirler).Hic kimse “yahudi ve hiristiyanları, İslam’a girdikten, hicret ve muhacir,mücahid olup müslüman topluluğuna katıldıktan sonra onlar hakkında ehli kitaptandırlar denilmeli” diye söylemiyor. ( Kast olunan) yani onlarin içindendirler, artık resule-sallalahu aleyhi ve sellem-iman etmişlerdir.Nasıl ki Allah c.c. hata ile öldürülen kişi hakkında şöyle buyuruyor: ‘Eğer öldürülen mü’min olduğu halde, size düşman olan bir toplumdan ise.’(nisa/92) Başka bir sözünde : (Öldürülen kimse) mü’min olur ve düşmanınız olan bir topluluktan bulunursa, mü’min bir köle azad etmek gerekir.(nisa/92) İşte o,düşmandan (yani onlar arasından) olan birisidir;lakin iman etmiş, hicret etmek, dinini açığa vurmak ve şeriata uymak onlar için imkansız olmuş. Bununla beraber onu mü’min olarak adlandirmiştir.Çünkü o imandan gücü yettiği kadarını yerine getirmiştir. Bu aynen Mekke’de imanlarını gizleyen ve hicretten aciz olan cemaatin durumu gibi-dir. Allah şöyle buyuruyor: ‘Kendilerine zulmetmekteler iken meleklerin canlarını aldığı kimseler var ya; melekler onlara şöyle derler: “Ne durumdaydınız? (Niçin hicret etmediniz?)” Onlar da, “Biz yeryüzünde zayıf ve güçsüz kimselerdik” derler. Melekler, “Al-lah’ın arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya!” derler. İşte bunların gidecekleri yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir. Ancak gerçekten zayıf ve güçsüz olan[128], çaresiz kalan ve hicret etmeye yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar başkadır. Umulur ki, Allah bu kimseleri affeder. Çünkü Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.(Nisa-97/99)’ Allah zayıf düşürülen,aciz kalanları hicretten ( hicret etmemekden) özürlü saydı ve şöyle buyurdu: ‘Size ne oluyor da, Allah yolunda ve, “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz.’(nisa/75) Onlar da dinlerini ikamet etmekten aciz idiler ve aciz olduklari şey üzerlerinden düştü. ( İ.ibn Teymiye fetava. C. 19. s. 216 . 221) Allah rasulu (s.a.v) şöyle buyurmuştur: itaat ancak doğru olan iştedir.(Buharı ahkam.) Müslüman olan kişi hem hoşlandığı hemde hoşlanmadığı işlerde yönetenleri dinlemek ve onlara itaat etmek durumundadır.Ancak günah olan birşey emredildiği zaman,ne dinlemek, ne de itaat etmek vardır (Buhari cihat, nesai bey) İbnu Kayyım şöyle der: Bu hadiseler gösteriyor ki günah olan bir işte amirlere itaat eden kişi günahkar olur.O işi emir üzerine yapmış olması Allah yanında ona mazeret oluşturmaz. Fakat sadece itaat etmekle kişi kafir olmaz;kafirlik itaatın yanında itaat ettiği yanlışın doğru olduğuna inanmak halinde vücud bulur. İbnul Kayyim ş.3/429 İbnu ebul İzz şöyle der:Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimse,eğer bunun(Allahın indirdiğiyle hükmetmenin) farz olmadığına inanır veye kendisini bu konuda muhayyer (serbest) bilir ya da Allah’ın hükmünü hafife alırsa kelimenin asıl manasıyla kafir olur.Fakat, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmenin farz olduğuna, ondan sapmanın haram ve günah olduguna iman ettiği halde bu sapmayı gösterirse günahkar olur.Ona kafir dense bile bu kafirlik, nankörlük anlamındadır.(Ebul izz ş,tahavi 302) Yûsuf suresindeki şu ayetler de başka bir delildir: Allah Teala Yûsuf a.s hakkında şöyle buyuruyor: “(Adam bu yorumu getirince) kral dedi ki: “Onu bana getirin!” Elçi, Yûsuf’a geldiği zaman, (Yûsuf) dedi ki: “Efendine dön de ona: Ellerini kesen o kadınların zoru neydi? diye sor. Süphesiz benim Rabbim onların hilesini çok iyi bilir.” (Yûsuf 50) “(Kral kadınlara) dedi ki: Yûsuf’un nefsinden murat almak istediğiniz zaman durumunuz neydi? kadınlar, Hâşâ! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik, dedi-ler. Azizin karısı da dedi ki: “Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murat almak istemiştim. Şüphesiz ki o doğru söyleyenlerdendir.” (Yûsuf 51) “(Yûsuf dedi ki): Bu, azizin yokluğunda ona hainlik etmediğimi ve Allah’ın ha-inlerin hilesini başarıya ulaştırmayacağını (herkesin) bilmesi içindir.” (Yûsuf 52) “(Bununla beraber) nefsimi temize çikarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp korumuş başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Yûsuf 53) Dikkat edilirse bu ayetlerde Yûsuf’un(a.s) kraldan kadınlara meselenin iç yü-zünü sormasını talep ettiği görülüyor. Bu da açıkça gösteriyor ki Yûsuf o kadınları zamanın kralına şikayet ediyor. Kral da kadınlara “Yûsuf’dan murad almak isterken durumunuz neydi?” şek-linde sorgulayarak ifadelerini alıyor. Kadınlar “biz Yûsuf’u tenzih ederiz” diye cevap verip ifade veriyorlar. “Haşa! Allah için” Allah’a sığınırız “biz onun hiçbir kötülüğünü” yani zina ettiğini “bilmiyo-ruz”, dediler. Aziz’in karısı da şöyle dedi: “Şimdi gerçek ortaya çıktı.” Onların Hz. Yûsuf’un temiz olduğunu ikrâr ettiklerini görüp de eğer inkâr edecek olursa, bu kadınların kendi aleyhine şahitlik edeceğinden korkunca, o da aynı şekilde ikrârda bulundu. Bu da yüce Allah’ın Hz. Yûsuf’a bir lûtfu idi. (Kurtubi) Böylece azizin karısı da suçunu mahkemede itiraf ediyor. Yûsuf a.s hainlik etmediğinin ortaya çıkması için böyle yaptığını açıklıyor. Bu hususta da Yûsuf suresi 50-53. ayetlerin tefsirlerine bakılabilir. Bakın,sözü geçen ayetlerin tefsirlerinde Yûsuf a.s,kraldan o kadınları mahke-me etmesini talep ettiği ve kendisinin de savunma yaptığı yönünde açıklamalar vardır. TEFSİRLERDEN NAKİLLER 1- Kurtubi: Yûsuf a.s temizliğini açıkça ortaya çıkarmak, iffet ve hayır noktasındaki mevkiini gerçek yerine oturtmak istiyordu. İşte ancak o vakit yerini bulmak, mevkiine gelmek için çıkabilirdi. Bundan dolayı yanına gelen elçiye: “Efendinin yanına dön ve ona o kadınların halinin ne olduğunu bir sor” demişti. Hz. Yûsuf’un maksadı ise ancak “söyle ona benim günahımı iyice araştırıp tesbit etsin ve işimi gözden geçirsin, tetkik etsin. Haklı yere mi zindana atıldım, yoksa zulmen mi zindana atıldım” demekti. (Kurtubi) Rasûlullah (s.a.v) efendimiz Yusuf’un bu yüce tavrını değerlendirirken buyurur ki: “Ben O’nun gibi senelerce zindanda kalmış ve bana böyle bir haber gelmiş olsaydı hemen çıkardım, beklemezdim.” şeklinde ifade kullanmıştır. Peygamber (s.a.v) , Hz. Yusuf’u sabır ve tahammülkarlık ile, ağır başlılık ile ve hapisten çıkmakta acele etmemekle övdüğü halde, “bizzat kendisi için başkasını övdü-ğü halden başka bir hali nasıl uygun gördü?” denilecek olursa, bunun açıklaması şöyle olur: Peygamber (s.a.v) kendi adına bir başka görüşü tercih etmiştir ki; bu görüşün de kendi açısından güzel bir tarafı vardır. O diyor ki: Ben olsaydım, çıkmakta elimi çabuk tutardım. Sonra çıkmanın akabinde suçsuz olduğumu ortaya koymaya çalışırdım. Çün-kü bu kıssalar bu gibi olaylar kıyamet gününe kadar insanlar bunlara uysunlar diye sunulmuşlardır. Rasûlullah’da insanların bu işler arasında daha azimetli olan yolu seç-melerini istedi. Çünkü böyle bir olayda daha azimetli olanı terkeden bir kimse, böyle bir zindandan çıkma fırsatını kullanmayan bir kişi, zindanda kaldığından dolayı zin-danda kalma sonucu ile karşı karşıya kalabilir, onu zindandan çıkarmak isteyen, bu isteğinden vazgeçebilir.Yûsuf a.s Allah’tan aldıgı bilgi sayesinde böyle bir şey olma-yacağından emin olsa bile, onun dışındaki diğer insanlar bu konuda emin olamazlar. Buna göre Peygamber’in bizzat izlemeyi uygun gördüğü yol, azimet yoludur. Hz. Yûsuf’un izlediği yol ise büyük bir sabır ve büyük bir tahammül yoludur. İbn Abbas der ki: Bunun üzerine hükümdar da kadınlara ve bu arada Aziz’in de karısına -Aziz de o sırada ölmüş bulunuyordu- haber göndererek hepsini çağırdı ve: “Yûsuf’tan murad almak istediğiniz zaman durumunuz” haliniz “ne idi?” diye sordu. Çünkü onların herbirisi -önceden de geçtiği üzere- kendisi için Yûsuf’la özel olarak konuşmuştu. Yahut o, bununla her birisinin (Hz. Yûsuf’a): Sen Aziz’in karısına zulme-diyorsun, demesini kastetmişti. İşte bu da Yûsuf’u kandırarak murad almak yoluna gitmeleri demekti. “Haşa! Allah için” Allah’a sıgınırız “biz onun hiçbir kötülügünü” yani zina ettiğini “bilmiyoruz” dediler. Aziz’in karısı da şöyle dedi: “Şimdi gerçek ortaya çıktı.” Onların Hz. Yûsuf’un temiz olduğunu ikrâr ettiklerini görüp de eğer inkâr edecek olursa, bu kadınların kendi aleyhine şahitlik edeceğinden korkunca, o da aynı şekilde ikrârda bulundu. Bu da yüce Allah’ın Hz. Yûsuf’a bir lûtfu idi. Böylelikle yüce Allah, Hz. Yûsuf’un doğruluğunu ortaya koymak için hem şahitli-ği, hem ikrârı bir arada toplamış bulunmaktadır. Öyle ki hiçbir kimsenin hatırına kötü bir zan gelmesin ve en ufak bir şüpheye kapılmasın... (Kurtubi) 2- Besairu’l Kur’an – Ali Küçük “Ellerini kesen o kadınların durumları neydi? O kadınların maksatları neymiş? sor bakalım. Hiç süphesiz benim Rabbim onların keydlerini, hilelerini, tuzaklarını çok iyi bilendir. Benim Rabbim onların bana nasıl dolaplar çevirdiklerini çok iyi bilir. Söyle efendine Rabbimin bildiği bilgiyi o da bir araştırıp soruştursun. Kim suçluydu? Kim suçsuzdu? araştırsın bakalım. Araştırsın da haksız yere, suçsuz yere yıllarca bu zindan-da kaldığımı herkes bilsin. Bu açıklığa kavuşmadan buradan çıkmam”der. 3- Büyük Kur’an Tefsiri – Ali Arslan Hz. Yûsuf, kralın nezdinde kendisine nispet edilen suçtan uzak ve beri olduğunu tesbit ettirdikten ve kralın kendisinin suçsuz yere hapse atıldığını öğrendikten sonra, ancak hapishaneden çıkacağını söylemek istemişti. Tirmizi, Ebu Hureyre’den Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Bilin ki, Yûsuf kerim oğlu kerim, Yakub’un oğlu, İshak’ın oğlu, İbrahim’in oğlu olan bir peygamberdir. Eğer ben Yûsuf’un kaldığı kadar hapiste kalsaydım, ondan sonra da kralın elçisi bana gelseydi, hemen elçinin davetine icabet eder ve hapisten çıkardım” diye buyurduktan sonra Hz. Peygamber (s.a.v) sözkonusu ayet-i kerimeyi okudu. Bu hadiste Hz. Yûsuf’un sabrının kuvveti, fazileti ve sebatinin yüceliği vurgulanmaktadır. Bu hadis, Taberi’nin rivayetinde şu şekildedir; “Allah Yûsuf’dan razı olsun! Eğer ben onun yerinde olsaydım ve hapisten çıkacağım haberi bana gelseydi, hemen oradan çıkardım. Durum o ki Yûsuf kesinlikle hâlim ve sabır sahibidir.” Yine aynı şekilde bu hadis şöyle de rivayet edilmiştir: “Ben Yûsuf’un sabır ve ke-remine şaşıyorum. Allah onu affeylesin! Ona ineklerin hadisesi sorulduğunda, eğer ben onun yerinde olsaydım, beni hapishaneden çıkarmaları şartını ileri sürmeden, onlara bunun yorumunu söylemezdim. Yine ona şaşıyorum ki elçi ona geldiğinde eğer ben onun yerinde olsaydım, kapıya elçiden önce koşardım” Yani Hz. Yûsuf’un amacı, kralın inceleyip kendisinin durumunu araştırması, ha-pishaneye haklı mı, haksız mı konduğu hakkında bilgi edinmesiydi. 4- Fi Zilali’l Kur’an – Seyyid Kutub Hz. Yûsuf, kralın kendisini huzura çağıran buyruğunu reddetmişti! Reddetmişti, çünkü bir şartı vardı! Öncelikle kral, meselesini gerçek yüzüyle bilmeli; kadınların ellerini neden kestiklerini soruşturup öğrenmeliydi. Dolayısıyla bu davanın soruşturul-ması, Hz. Yûsuf’un bulunmadığı ve tartışmalara girişmediği bir ortamda yapılmalıydı ki gerçek tüm çıplaklığıyla ortaya çıksın! Zira Yûsuf kendine güveniyordu, suçsuzlu-ğundan emindi. Gerçeğin ve hakkın uzun süre örtbas edilemeyeceğinden, gerçeğin ve hakkın uzun süre çarpıtılamayacağından kesinkes emindi o! Elçi dönüp gitti ve durumu krala aktardı. Kral da bunun üzerine kadınları huzuruna çağırarak sorguya çeker. Bun-lardan söz edilmemesine karşın, olayların bu şekilde geliştiğini bir sonraki ayetten anlıyoruz. Ayetteki özgün sözcügüyle “el-hatb”, başa gelen önemli bir iş demektir. Bu sözüne bakılırsa kral, kadınlarla yüzyüze konuşmazdan önce gerekli tahkikatı yapmış ve onların ne yapmış olduklarını anlamış durumdadır. Böylesi durumlarda bu, son derece olağandır. Bunun sonucunda kral, olaya ilişkin ipuçlarını toplamış ve olayı suçlularla tartışmazdan önce bunun hangi koşullar altında yaşandığını anlamış bulun-maktadır. Bu sebeple onların önemli ve etkili bir durumla karşı karşıya geldiklerini işaret ediyor. Kralın huzurunda böylesi bir suçlamayla yüzyüze gelme karşısında anla-şılan o ki, bunu inkâr etmek olanaksızdır. 5- Furkan Tefsiri – Mahmud Hicaz “Kurdun kanımdan uzak oluşu gibi ben şahsıma yaraşmayan bir ithamla lekelen-miş olarak, zindandan çıkıp kralın huzuruna nasıl gidebilirim? Aslında ben suçsuzum. Ama en iyisi sen, sahibin ve efendin olan krala git ve ondan, ellerini kesen kadınların durumunun ne olduğunu araştırmasını iste. Ben, huzuruna çıkmazdan önce bu meseleyi araştırmasını kendisinden iste. Doğrusu, benim Rabbim, görüleni de görülmeyeni de bilir. O, kadınların bana yapmış oldukları düzeni bilir.” Herhangi bir şahsı açıkça suçlamadan, kralın araştırma yapmasını istiyor. Sırrı güzelce koruyor. Başına gelen belanın asıl nedeni Züleyha olduğu halde adını bildirmiyor. Kral, kadınlara sordu: Yûsuf’dan murad almak istediğinizde durumunuz neydi? Bu duruma düşmenizde tahrik edici söz ve davranışların bir etkisi oldu mu? Vezirin karısı Züleyha dedi ki: Yûsuf lehinde yapılan bu tanıklıklar, O’nun suçsuzluğunu ispatlayan tanıklıklardan. Gören gözleri olan kimseler için şu anda gerçek ortaya çıktı ve karanlıklar aydınlandı. Ben O’ndan murad almak istedim. 6- Kur’an Yolu – Diyanet Vakfı Elemanları Kral bu isteği yerine getirmede tereddüt göstermedi. Muhtemelen olayı o da biliyor ve Yûsuf’un suçsuz olduğuna inanıyordu. Ancak devlet ileri gelenlerinin itibarını ko-ruma uğruna zulme göz yummuştu. Zamanı gelince ilgili kadınları toplayıp onları sor-guya çekti. Kadınlar Hz. Yûsuf’un günâhsız olduğunu itiraf ettiler. Bu durum karşısın-da Aziz’in karısı da gerçeği itiraf etmekten başka bir yol olmadığını anladı. 7- Şifa Tefsiri - Mahmut Toptaş “O kadınları kral çağırsın; senin rabbin o kadınınlara desin ki “siz bundan 8-10 sene önce bir ellerinizi topluca kesmiştiniz, niye kesmiştiniz.” Kral kadınları topluyor; “Yahu sizin durumunuz nedir? Yûsuf’dan murad almak is-tediğinizde, yani Yûsuf’la birleşmek istediğinizde ne olmuştu, olay nasıl olmuştu, nasıl cereyan etmişti?” diye kadınlara soruyor. 8- Tefhimu’l-Kur’an – Mevdudi “Fakat sizin rabbiniz (efendiniz) beni niye zindana gönderdiğini araştırmak zorun-dadır. Zira artık halkın önüne herhangi bir suçlama veya kötü şöhretle çıkmak istemi-yorum. Dolayısıyla genel bir soruşturma, benim, zulmün masum bir kurbanı olduğumu ispat edecektir. Bu zulmü işleyenler kendi hanımlarının işlediği günahı örtbas etmek için beni hapse tıkan soylular ve liderlerdir.” Soruşturmanın yürütülüş biçimine bakarak kralın kadınları huzuruna çağırtarak sa-rayındaki güvenilir kimseleri şahid getirmelerini istemiş olduğu söylenebilir. Soruşturma ve delillerin ortaya çıkışı, özellikle soruşturma talebinin Hz. Yûsuf’tan gelmesi halkın dikkatini onun üzerine yoğunlaştırmış, bu da Hz. Yûsuf’un ülke çapında isim yapmasına yol açmıştır. Tüm bilginlerin, kahinlerin ve sihirbazların başarısızlığa ugradığı, aciz kaldığı bir zamanda kralın rüyasını yorumlamıştır. Kralın bizzat kendi huzuruna getirilmesini emretmesine rağmen (yani bu denli ciddi bir durumda) hapse atılmasını protesto etmiş ve hapse atılmasına neden olan hadisenin soruşturulmasını istemiştir. Tabiatıyla bu istek halkı meraka boğmuş ve öfkeyle soruşturmanın sonucunu beklemeye sevketmiştir. Böyle bir durumda tahkik ve araştırma sonuçlarının, Hz. Yûsuf’un itiba-rını nasıl yükselttiği tahmin edilebilir. 9-Tefsiri Kebir – Fahruddin Er-Razi Ama Hz. Yûsuf, padişahtan o hadisenin hakikatini araştırmasını taleb edince, bu onun o töhmetten uzak ve temiz olduğuna delâlet etmiştir. Binâenaleyh hapisten çıktık-tan sonra, hiç kimse o rezilliği ona bulaştıramaz ve bunu kullanarak Yûsuf’u tenkid edemez. Ayetin mânâsı şöyledir: “Benim o töhmetten uzak olduğumu anlayabilmesi için, padişahtan, o Mısırlı kadınların durumunu araştırmasını iste” dedi. Bil ki vezirin karısı da orada bulunan kadınlardan idi ve o bütün bu münakaşaların ve soruşturmaların kendisi yüzünden olduğunu biliyordu. Artık sır perdesini kaldırarak doğruyu açıkça ifâde edip “şimdi hak meydana çıktı! Ben, onun nefsinden murad almak istedim. O, hiç süphesiz doğruyu söyleyenlerdendir” dedi. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: O kadının Hz. Yûsuf’un her türlü günahtan ve kusurdan uzak olduğu hususunda kesin ve açık bir şahidliğidir. 10-Tefsiru’l-Münir – Vehbe Zuhaylı “Efendine dön ve ona” Zihinleri meşgul olup “ellerini kesen kadınların durumu neydi? diye sor”. Bunu sormasını ondan talep et. Elçi dönmüş, krala bunu bildirmiş, kral da şehrin kadınlarını toplamıştı. Hz. Yûsuf suçsuzluğunu ortaya çıkarmak ve haksız yere hapsedildiğini duyurmak için, zindandan çıkmakta ağır davranmış, kadınlara bu durumun sorulması talebinde bulunmuştu. Hz. Yûsuf’ın elçiye “Kraldan o kadınların durumunu araştırmasını iste, demeyip “O kadınların durumu neydi? diye sor” demesi, kralı araştırmaya ve durumu tahkik etmeye teşvik etmek içindir. Kral “dedi ki: Yûsuf’u baştan çıkarmak istediğinizde durumunuz, meseleniz, tavrı-nız neydi?” onda size karşı bir arzu hissettiniz mi? kadınlar “Hâşâ! Allah için” Allah’ı tenzih ederiz. O’nun gibi iffetli birini yaratma kudreti sebebiyle hayrette kaldık. “Biz onda, hiçbir kötülük, günah görmedik, dediler.” “Vezirin hanımı da dedi ki: Şimdi hak meydana çıktı.” Hak ortaya çıktı, sabit oldu ve iyice belli oldu. “Onu ben baştan çıkarmak istemiştim. Süphesiz ki 0, “Beni o hanım baştan çıkarmak istedi sözünde” doğru söyleyenlerdendir.” Hz. Yûsuf bunu bildirdi ve şöyle dedi: Onların bu itiraflarının ortaya çıkmasına lûzum görmem ve suçsuzluğumun belli olmasını istemem, “benim kendisine” yani vezire “gıyabında” yani o yokken “hainlik etmediğimi” bilmesi için ve “Allah’ın hain-lerin hilesini başarıya vardırmayacağını” geçerli kılmayacağını ve hedefine ulaştırma-yacağını yahut Allah’ın, hileleri sebebiyle hainlere hidayet nasip etmeyeceğini “bilmesi içindir.” Bunun için Hz. Yûsuf Vezirin hanımının kendisine yaptığı meşhur ithamının tah-kik edilmesini talep etti. Elçi Hz. Yûsuf’a gelince O, Vezirin hanımı tarafından kendi-sine yakıştırılan iftira ile şerefinin lekelenemeyeceğini ve masum olduğunu, bu zinda-nın zulüm ve haksızlık olduğunu kral ve etrafındakilerin tahkik etmeden önce zindan-dan çıkmak istemedi. Kral, Vezirin hanımının yanında ellerini kesen kadınları topladı, bütün kadınlara hitaben ama Vezirin hanımını kastederek şöyle dedi: Davet günü Yûsuf’u baştan çı-karmak istediğinizde durumunuz, derdiniz, meseleniz ne idi? Yûsuf’u fuhuş irtikap etmeye davet ettiğinizde durum nasıl oldu? Kadınlar krala cevap verdiler: Yûsuf’un kötülük murad etmiş olmasından Allah’a sığınırız! 11- Semerkandi Yûsuf elçiye hiç iltifat etmez ve ona şöyle der: “Efendine git, Züleyha’nın yanına gelen kadınların neden ellerini kestiklerini sor, benim zindana suçlu olduğum için mi, yoksa suçsuz olduğum için mi? girdiğimi bilsin. Rabbim, o kadınların bana nasıl tuzak kurduklarını biliyor. O’nun bilgisinden hiçbir şey gizli kalmaz.” ibn Abbas’da, Yûsuf hakkında şöyle demiştir: “Yûsuf zindandan hemen çıksaydı kralın kalbine şüphe düşebilirdi. Elçiyi geri çevirmesi haklı olduğunu isbat içindir.” Elçi, Yûsuf’dan bu sözleri işitince kralın yanına döner, durumu arzeder. Bunun üzerine kral, Züleyha’nın evine Yûsuf’u görmeye giden kadınları. toplar, onlara sorular sorar, Yûsuf hakkında kendilerinden bilgi ister, Kadınlar da şöyle derler: “Hâşâ, onun bir fenalığını görmedik, o suçsuz yere zindanda yattı, Züleyha ona iftira etti.” Kadınların, bu itirafları karşısında Züleyha da şöyle der: “Şimdi gerçek ortaya çıktı, ben onun nefsinden murad almak istedim, suç bendedir. O benim isteklerimin hiçbirini yerine getirmediği için iftira ettim. Suçsuz yere zindanda yattı. O hiç şüphesiz doğru söyleyenlerdendir.” Kadınlar ve Züleyha gerçekleri itiraf ettikten sonra Yûsuf’un suçsuz olduğuna kanaat getirirler ve zindandan çıkartırlar. Yûsuf cezaevinden çıkartılır, kralın huzuruna getirilir, ilk önce elçi kendisine geldiği zaman cezaevinden neden çıkmadığı sorulur. O da, Mısır Azizi’ne ihanet etmediğinin herkes tarafından bilinmesi için çıkmadığını söyler. Allahu Teâlâ bunu şöyle beyan ediyor: “Gıyabında kendisine hıyanet etmediğimi hükümdarın bilmesi içindi. Allah hâinle-rin düzenini başarıya erdirmez.” Yûsuf’a ilk önce elçi geldiği zaman hemen cezaevinden çıkmamıştır. Bunun sebe-bi Mısır Azizi’nin ve diğerlerinin kendisinin suçsuz olduğunu bilmesi içindir. Eğer Yûsuf o, elçi kendisine geldiği zaman hemen cezaevinden çıksaydı, belki de suçlu olduğuna dair kralda bir şüphe uyanırdı. Yûsuf’un gelen elçiyi geri çevirmesi, hakkın-daki bütün şüpheleri ortadan kaldırmıştır. 12- Ebu Bekir Cabir el-Cezâiri Yûsuf ise, krala “dön ve O’na sor, ellerini kesen o ka¬dınların durumu neydi?” Ellerini kesen kadınların ve beni suçlayarak zindana atılmama neden olan kadını konuya ilişkin görüşlerini alsın. “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü gerçekten nefs, Rabbimin kendi¬sini esirgediği dışında var gücüyle kötülüğü emredendir.” Bu sözler Hz. Yûsuf’a aittir. Kraldan olayı tahkik etmesini, o günkü olaya tanık olan kadınları sorgulamasını isteyip de, hem kadınlar, hem de vezirin karısı Onun suçsuzluğunu itiraf edince, Hz. Yûsuf bu sözleri sarfetmiştir. Yani, ben böyle yaptım ki, vezir arkasında kendisine ihanet etme¬diğimi ve Allah’ın hainlerin düzenlerini sonuçsuz bıraktığını bilsin. Tefsirlerden yapmış olduğumuz nakiller bize açıkça şunu gösteriyor; alimler bu ayetlerin yani Yûsuf 50 ve 53. ayetlerinin tefsirinde hep şu meseleler üzerinde dur-muşlardır, yani şu mânâda açıklamalar yapmışlardır: Yûsuf a.s uğramış olduğu haksızlıktan dolayı kadınları krala şikayet etmiştir. Kral da bu şikayet üzerine Yûsuf’un şikayetçi olduğu kadınlar hakkında ve o dava hakkında soruşturma başlatıp meseleyi iyice araştırıp soruşturup ve tahkik ettikten sonra kadınları huzuruna getirtip onların ifadesini almıştır. Bunun üzerine o kadınlar Aziz’in karısının aleyhine Yûsuf’un lehine şahitlik yapmışlardır. Böylece de suçlu ortaya çıkmıştır. Bu mesele anlattığımız gibidir, aksini iddâ eden delilini ortaya koy-mak zorundadır. Çünkü iddâ isbat ister. İsbat öyle bence ve bana görelerle de olmaz. “Mahkemeye başvurmak hangi durum ve şartta olursa olsun küfürdür” diyenler,yine “davayı temyiz etmek ve avukat tutmak” küfürdür diyenler, konuşmalarında ya da, yazılarında özellikle Yûsuf suresinin delil olmayacağını idda ederler. Bu sureyi delil olarak gösterenleri, bilgisizce alaya alıp kınarlar. Aslında bunlar, kendilerine verilecek cevabın ne olduğunu bilirler, bu delillere verebilecek ilmi bir cevapları da olmadığından, çareyi konuyu sulandırıp kendileri gibi düşünmeyenlere çamur atmakta bulurlar. Bunlar yazılarında bilgisiz insanları kandırmak için, ilimden uzak ama sloganik, duygusal, cazibeli sözler sarf aderler. Eğer onların bu sloganik sözlerine kanmayanlar olursa, onları etkilemek için iddialarını güya ilmi imiş gibi süslemeye çalışırlar. Ama bunu yaparken de battıkça batarlar. Yûsuf suresinin kıssa olduğunu Nisa 60. ayetinin ise kat’i olduğunu, bu sebeble Yûsuf suresinin delil olmayacağını iddia ederler. Halbuki Nisa 60 da kıssa ve bu ayetin sözkonusu hükme delaleti kat’i değildir. Bu taifedekiler kendi tezleri ile daima çelişirler. Bu çelişkilerinden biri de şudur: Yûsuf’un kadınları krala şikayet etmesine “bu bir şikayet değildir” derler. “Şikayet değilse nedir” dersin, tutarlı bir cevap veremezler. “Kralın o kadınları toplatıp huzuruna çağırıp sorguya çekmesi mahkeme değil midir?” dersin; “Hayır, bu mahkeme değildir” derler. “Ya nedir?” dersin; yine tutarlı bir cevap veremezler. “Kralın mahkeme yetkisi yoktu, kral o kadınları mahkeme için değil öylesine çağırdı” gibi delilsiz, mesnetsiz hatta akıl ve mantıktan çok uzak iddialarla bu Yûsuf kıssasını delil olarak kabul etmezler. Buna sebep de şudur: Onlar Nisa 60’ı kat’i delil olarak alıp bu konuda tekfire gitmişler ya, bir daha bundan dönemezler; birbirilerine şöyle derler; “Bizim akidemiz eskiden beri böyle idi, şimdi dönecek miyiz?” Dikkat edin Mekke müşrikleri de “Biz atalarımızı bu din üzere bulduk şimdi dönecekmiyiz?” diyorlardı. “Ne zaman onlara: Allah’ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar: Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?”( Bakara 170) B) İtaât etme ( İbadet Çeşitleri ve İtaât Çeşitleri) “Her itaat ibadettir dolayısıyla mahkemeye başvuran o mahkeme heyetine veya kanun koyucusuna ibadet etmiş, bu sebeplede dinden çıkmıştır” diyenlere... İbadet Çeşitleri: Yapılış itibariyle ibadetler üç çeşittir. Bunlar sırasıyla bedeni, mali, hem bedeni hem mali, ibadetlerdir. Bedeni ibadet; Sadece vucut hareketleriyle yapılan ibadetlerdir. Nitekim namaz kılmak, oruç tutmak bunlardandır. Mali ibadet; Mal ile yapılan ibadettir. Zekat vermek, sadaka vermek gibi. Hem mali hem bedeni ibadet; Vucut hareketleri ve mal ile yapılan ibadetlerdir. Buna en güzel cihadı örnek gösterebiliriz. Zira cihad, yeryüzünde Allah’ın hakimiyetini tesis için mallarla ve canlarla savaşmak, çalışıp çabalamak demektir. Hac da hem mali hem bede-ni ibadetler arasındadır. İtaât Çeşitleri Üçtür: • Mubah olan itaat, • Haram olan itaat, • Küfür olan itaat. Hangi nev itaâtin şirk olduğu bilinsin ki insanlar bu konuda aşırı giderek rastgele tekfire kalkışmasın. Bu mevzuda insanı küfre düşüren konu, kâfirleri esas alarak onlara itaât ederek haramları helal saymak veya her hangi bir kimsenin Allah’ın kanunu haricinde ona zıt kanun koyma hakkı olduğuna inanmaktır. Yani onlara bu itikatta tabi olmak, uymak, itaat etmek küfürdür. İslâm’ın şirk olarak değerlendirdiği bu itikada bir örnek, zamanımızda “Demokrasidir”. Ama günümüzde, taassub ki şeytan karşı taraftaki bazı insanlara sağdan yaklaşıp onlara yaptıklarını bezeyip süslüyor ve şirkten olmayan bir takım şeyleri şirkten saymalarını telkin ediyor. Netice itibariyle, haricilerin düştüğü bazı hatalara düşüyorlar.Bu mevzuda haddi aşanların tafsilatına girmeden, itaâtlerden şirk olanı olmayandan ayırmağa çalışa-cağım ki hak ortaya çıksın, hükümler yerini bulsun. Meselenin zikr edilmesini gerektiren sebeb ise, günümüz müslümanlarının bu tür itaât-lerle karşılaşmasıdır. Bu sebeple de, bizlerin şirk olanı şirk olmayandan ayırmamız yani bu bilgiyi elde etmemiz vacibtir! Mesela dine karşı olanlar, her kadını kendileri gibi iffetsiz ve tesettürsüz gör-mek istiyorlar;bu dinden uzak insanlar, müslüman kadınların hicabla alâkasını kesip tesettürsüz hale getirmek, onları hicabsız bırakmak istiyorlar... Bu mevzuda her hangi bir sebeble onlara tâbi olup şekil değiştiren yani açılan kadının İslâmda hükmü nedir? Umumen ilim ehli – yüce Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun - bu meselede itikadı şart koşuyorlar... Yani itaât eden şahsın şirke girip girmediğini onun itikadına bağlamışlar. Onların görüşlerini zikr ettikten sonra meseleyi kısa şekilde tefsir edip, alimlerin görüş-lerinin doğru anlaşılmasına çalışacağım. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: “Üzerine Allah’ın adı anılmayanlardan yemeyin. Çünkü o, el¬bette bir fısktır. Gerçekten şeytanlar sizinle mücadele etmele¬ri İçin kendi dostlarına vahiyde bulunurlar. Eğer onlara itaât ederseniz, elbette siz de müşrikler olursunuz.” (Ena’m 121) Âyetin Nuzûl Sebebi: Ebû Dâvûd rivayetle der ki: Yahudiler, Peygamber’e gelip şöyle de¬diler: Biz kendi öl-dürdüklerimizden yiyoruz da Allah’ın öldürdüğünden yemiyoruz (neden)? Bunun üzeri-ne aziz ve celil olan Allah: “Üzerine Allah’ın adı anılmayanlardan yemeyin” âyetini sonuna kadar indirdi. Nesâî’nin de İbn Abbas’tan rivayetine göre o, yüce Allah’ın: “Üzerine Allah’ın adı anılmayanlardan yemeyin” buyruğu hakkında şöyle demiştir: Müşrikler, onlarla (yani müslümanlarla) tartışarak şöyle dediler: Allah’ın kestiğini yemiyorsunuz, fakat kendini-zin kestiklerini yiyorsunuz. Bunun üzerine yüce Allah onlara şöyle buyurdu: Yemeyiniz, çünkü siz on¬lar üzerine Allah’ın adını anmış değilsiniz. (Kurtubi) Müşriklere İtaat: “Eğer onlara itaat ederseniz.” yani, meyteyi helâl kabul etmek hususun¬da onlara uyarsanız, “elbette siz de müşrikler olursunuz.” Âyet-i kerime şu¬na delildir: Kim Allah’ın haram kıldığı herhangi bir şeyi helâl kabul edecek olursa, bununla müşrik olur. Şanı yüce Allah ise meyteyi açık nass ile haram kılmıştır. Başka herhangi bir kimsenin koyduğu bir hüküm ile meyte helâl ka¬bul edilecek olursa, kabul eden şirk koşmuş olur. İbnü’l-Arabî der ki: Mü’min bir kimse itikadı ilgilendiren hususlarda müş¬rik bir kimseye itaat edecek olursa bu itaati sebebiyle o da müşrik olur. Fa¬kat fiilen ona itaat etmekle birlikte onun inancı tevhid üzere sağlıklı bir şe¬kilde devam ediyor ve tasdikini sürdürüyorsa asi olur. Bunu böylece belle¬yiniz. .. (Kurtubi) Malikilerden ebu Bekr İbnul Arabi (468-543 h/1076-1148 m) “Ahkamul Kuran” adlı tefsirinde mezkur ayeti açıklarken diyorki: “Mü’min, müşriğe itaâtle sadece ona akidesinde itaât ettiği zaman müşrik olur. Çünkü akide küfrün ve imânın yeridir. Müşriğe amelde itaât eder lâkin, akidesi ise sağlam, tevhid ve tasdik üzre devam ederse o zaman bu adam asidir (müşrik değildir). Bu pren-sibi her meselede böyle bilin!” ebu Hayyan en Nahavi (654-745 h/1256-1344 m) “el Behrul Muhit” isimli tefsirinde diyorki: “Yani: eğer şeytanın dostlarına itaât ederseniz şüphesiz ki, siz de müşrik olur-sunuz. Çünkü, onlara itaât etmek şeytana itaât etmektir. Bu da şirktir. Lâkin, şeytana itikatta itaât etmedikçe hakiki müşrik olmaz. İtikadı sağlam olduğu hâlde ona itaat eder-se o fasıktır/günahkârdır (kâfir değildir).” Hanbeli alimlerinden İbn Teymiyye (661-728 h/ 1263-1328 m) “Mecmuatul Fetava” isimli eserinde şunları söylüyor: “Ahbar ve Ruhbanlarına, Allahın haram kıldığını helal, helal kıldığınıda haram saymada itaât ederek, onları kendilerine rablar edinenler iki hâlde olur: 1. Hâl: Ahbar ve Ruhbanların Allahın dinini değiştirdiklerini bilmeleri ve bu tebdile / değiştirmeye rağmen onlara tabi olmaları, onların rasûllerin dinine mühalif olduklarını bildikleri hâlde, önderlerine tabi olarak (uyarak) Allah’ın haram kıldığının helâl, helâl kıldığının haram olduğuna itikad etmeleri hâli. Bu küfrdür. Ruhbanlara namaz kılmama-ları, secde etmemelerine bakmayarak, Allah ve Rasûlu bunu şirk saymıştır. Böylelikle, kim, Dinin hilafına olduğunu bildiği ve dediğinin Allah ve Rasûlunun dedi-ğinden farklı olduğuna inandığı halde, Dinin aksine başka birine (sadece amelde değil aynı zamanda itikatta da) tabi olursa (itaat edip uyarsa) diğerleri gibi müşriktir. 2. Hâl: Helâlin haramlığı, haramın helâlliği mevzusunda itikad ve imanlarının sabit olması (yani birinci hâlden farklı olarak Allah katında olduğu şekilde kabul etmeleri), lâkin günah olduğuna itikad ederek bunu yapan müslümanın fili gibi, Allaha isyanda onlara itaat etmeleri hali. Bu durumdaki insanların hükmü, günahkârların hükmü gibidir (yani müşrik değil, sadece fasıktırlar).” (Mecmuatul Feteva: 7/49(70) Darul Vefa: 1426/2005) Alimlerin görüşlerinin daha da açık ve anlaşılır olması için meseleyi sistemleştirmeye çalışalım. Sözü geçen meselede 4 unsur vardır: 1. İtaât eden. İtaât edenden kastımız mükellef müslümandır. Biz onun hükmünü araştı-rıyoruz. 2. İtaât edilen. Bu kâfir olduğu gibi, müslüman da olabilir. Çünkü, teorik olarak müslümanın Allah’a isyan olan bir şeyi emretmesi mümkündür. Hatta pratikte de buna şahid olabiliyoruz. 3. İtaât edilen mevzu. Bu Allah’a isyan olan mevzulardan biridir ki putlara ibadet gibi ya özünde yani bizatihi aslı küfürdür, yahut da içki içmek gibi küfür olmayıp haram olan bir şeydir. 4. İtaât edilme niyeti. İtaât eden ya itaât edilende teşri hakkı görerek veya görmeyerek itaât etmiştir. Netice olarak şunu diyoruz itaât edilen mevzu ya küfür olan bir amel ya da haram bir ameldir veya helâlolan bir ameldir. İtaât eden kimse küfür olan bir ameli işlemekle itaât ediyorsa bu her hallükârda küfürdür. Mesela her hangi biri birine, puta ibadeti emr eder ve diğeri de ona itaât ederse bu ameli hayata geçiren âmirde kâfir olur memurda. Yani itaât edende kâfir olur bunu helal sayıp saymadığına bakılmaz bunu kim emreder yada o emre itat ederse kâfir olur çünkü bu bizati küfürdür. Lâkin, itaat edilen mevzu helâl ve haram mevzusunda ise burada tafsil vardır. İtaât edenin niyet ve itikadına bakılır. Eğer sözügeçen haramı helâl saymadan emr edende teşri hakkı görmeden sadece amelde yani helâl saymadan haramlığını bilerek itaât eder-se itikadında bunu haram sayarsa o küfürden kurtulmuş, lâkin fasık olmuştur. Yok, eğer itikadı da ameline uygunsa veya emr edende teşri hakkı görüyorsa bu, şirk ve küfür olan bir itaâttir... İtaâtin ibadet olduğu doğrudur. Allah’a yapılan her itaât aynı zamanda bir ibadettir. Ama Allah dışında insanlara, şeytana veya kişinin kendi nefsine itaâti bir ibadet mi-dir? Eğer bunlar ibadetse kişinin o ibadet ettiği nesneye kul olması ve onu ilâh edinmesi anlamına mı gelir? Bu sorulara cevap “evet” ise şu soruların cevabı nasıl verilecek? * İnsan ululemre itat ederse onu ilâh mı edinmiştir? * Müslüman olmayan liderlere ya da müslüman olmayan ana-babaya, Allah’a isyan olmayan konularda itaât eden kişi de onu ilâhmı edinmiştir? Yani Allah’ın emirlerine muhalif olmayan emirlerine de itaat onu ilah edinmek anlamında mı değerlendirilecek? * Allah’tan başkasına itaât eden kişi bunu doğru, caiz olarak kabul etmiyor da her hangi bir sebeple bunu yapıyor ise yine hüküm aynı mıdır? Yada şeytana veya nefsine uyup itaat eden kişide kafirmidir? Bunları tek tek inceleyelim: Birincisi: İnsan ululemre itat ederse onu ilâh mı edinmiştir? Hayır; çünkü bu kişi ululemre itaât etmekle bizzat Allah’a  itaât etmiştir. Allah şöyle buyuruyor; “Ey imân edenler! Allah’a itaât edin. Peygambere de itaât edin. Sizden olan emir sahip-lerine de. Eğer birşeyde çekişirseniz, Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, onu Al-lah’a ve Rasulûne döndürün. Bu hem daha hayırlı, hem de sonuç itibariyle daha güzel-dir.” (Nisa 59) İkincisi: Kişi müslüman olmayan anne ve babaya meşru emirlerinde itaât eder-se onları ilâh mı edinmiştir? Hayır. Bunun caiz olduğuna dair Kur’an ve sünnette deliller vardır. Kuran, sünnet ve tefsirlerden örnekler: “Hani İsrailoğulları’ndan Allah’tan başkasına ibadet etmeyin, anneye, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik yapın ve insanlara güzel söz söyleyin; Namazı dosdoğru kılın zekatı verin” diye söz almıştık. Sonra sizden azınız müstesna yüz çevirdiniz, hâla da yüz çevirmektesiniz.“ (Bakara 83) Kurtubi şöyle der “Anne-babaya, iyilik yapın” yani onlara, anne-babaya iyilik yapın diye emretmektedir. Yüce Allah bu ayet-i kerimede anne-baba hakkını tevhid ile birlikte söz konusu etmiştir. Çünkü ilk varlık Allah tarafındandır. İkinci varoluş eğitim ve terbiye ise anne-baba aracılığıyladır. Bundan dolayı yüce Allah, onlara karşı şükredici bir hâlde olmayı, kendisine şükretmek ile birlikte söz konusu etmiş ve “bana ve anne, babana şükret diye (insanlara tavsiye ettik)” ( Lokman 13-14) diye buyurmaktadır. Yakın akrabalar: Burada “akrabalar” da anne –babaya atfedilmiştir. Yani biz onlara akrabalık bağlarına riayet etmek suretiyle akrabalarına iyilik yapmalarını da emrettik. (Kurtubi C.2 S.196-197) Bu lafızlarda anne-baba umum olarak zikredilmiştir; bu sebeble müslüman ve gayrı müslim her ana-babayı kapsamına alır. “Rabbin şunları hükmetti: Kendisinden başkasına ibadet etmeyin. Anne-babaya iyi dav-ranın. Eğer onlardan biri veya ikisi yanında ihtiyarlığa ererse sakın onlara öf deme. Onları azarlama, onlara tatlı ve güzel söz söyle. Merhametinden dolayı onlara alçakgö-nüllülük kanadını indir ve de ki:” Rabbim; onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse sen de onlara öyle rahmet et.” (İsra 23-24) Kurtubi şöyle der Buyruğunu Sa’d b. Ebi Vakkas hakkında indiği söylenmiştir. Çünkü o İslâm’a girdikten sonra annesi de kendisini elbisesiz vaziyette güneşte kızmış taşlar üzerine atmıştı. Du-rum Hz. Sa’d’a anlatılınca o’da “ölürse ölsün” demişti, bunun üzerine bu ayeti kerime inmiştir. (Kurtubi C.10 S.374) Sahih-i Buhari’de Abdullah bin Mesud’dan şöyle dediği nakledilmektedir: Peygamber’e aziz ve celil olan Allah’ın en sevdiği amel hangisidir diye sordum. O : “Vaktinde kılı-nan namazdır.” Diye buyurdu. Sonra hangisidir diye sordum. O da “anne-babaya iyilik-tir” diye buyurdu. Sonra hangisidir diye sordum. Oda “Allah yolunda cihaddır” dedi. Böylelikle Peygamber anne- babaya iyilik yapmanın İslâm’ın en büyük direklerinden birisi olan namazdan sonra amellerin en faziletlisi olduğunu haber vermekte ve bunu tertip ve mühlet anlamını veren “sümme (sonra)” ile sıralamış bulunmaktadır. (Kurtubi C.10-S.363-364) “Gerçi insana, ana ve babasına (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Anası onu zorluk üstüne zorlukla taşıdı. Sütten kesilmesi de iki yıl içindedir. Bana, anana ve baba-na şükret (diye de tavsiye ettik). Dönüş yalnız banadır “ (Lokman 14) “Bununla beraber, yani anaya babaya şükrü dahi insana tavsiye etmiş olmamızla bera-ber, onlar seni bana şirk koşasın diye zorlarlarsa sende hakkında hiçbir ilim olmayan yani hiçbir ilimde yeri olmayıp, imkânsız olan şirki isnat ettirmek üzere seni sıkıştırırsa, o hususta ikisine de itaât etme de onlara maruf şekilde sahiplen. Yani günaha ortak ol-maksızın, şeriatın razı olacağı kerem ve insanlığın gerektireceği şekilde sohbetlerinde bulun. Mesela yemek, içmek ve giymek gibi ihtiyaçlarını gidermek, eziyet etmemek, ağır söylememek, hastalandıklarında bakmak, ölümlerinde defnetmek gibi, dünyevi yardımları yap.” (Elmalı C. 6-S 47) Kurtubi şunları sölüyor: “Anne babaya iyi davranmak müslüman olmaları haline mahsus değildir. Aksine anne baba kâfir iseler dahi evlatları onlara iyi davranır ve eğer onların zimmet ve benzeri ahitleri var ise , iyi muamelede bulunur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yap-manızı…Allah size yasaklamaz.“(Mümtehine Buhari’nin sahihinde de Esma’nın a şöyle dediği nakledilmektedir: “Kureyşliler Pey-gamber ile anlaşma yaptıkları sırada barış süreci içerisinde annem babası ile birlikte müşrik olduğu halde yanıma geldi. Ben Peygamber’e durumu sorup şöyle dedim: “Annem benim ona iyilikte bulunmam ümidiyle yanıma geldi. Ona iyilikte bulunayım mı, onu gözeteyim mi?” diye sordum. O: evet ona iyilikte bulun, onu gözet. “ diye bu-yurdu. (Kurtubi C.10 S.365-366 ) Yine Hz Esma’dan a şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Peygamber  döneminde an-nem, benim kendine iyilik yapmam ümidi ile yanıma geldi. Ben, Peygamber’e : ona iyilikte bulunayım mı, akrabalık bağını gözeteyim mi? Diye sordum. O : Evet” diye buyurdu.” (Buhari- Müslim) Cihad için Anne- Babanın izni: Anne babaya iyilikte bulunmak, onlara karşı iyi davranmanın kapsamına girer; eğer cihad farzı ayın değil ise onların iznini almadan cihad etmemek de vardır. Sahih’te, Abdullah b Amr’ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Bir adam, Peygamber’in yanına gelerek, cihad etmek için O’ndan izin istedi. Hz. Peygamber  “Annen-baban hayatta mıdır? Diye sordu. O, evet deyince Hz. Peygamber; sen onlar hakkında (onlara iyilik yapmak suretiyle) cihad et” diye buyurdu. Bu Müslim’in lafzıdır. İbn ül Münzir dedi ki: “bu hadis-i şerif nefir ( farz-ı ayn olan seferberlik çağrısı) vuku bulmadığı sürece anne-babanın izni olmaksızın cihada çıkmanın yasaklığını ihtiva etmektedir. Eğer nefir söz konusu olursa , o takdirde zaten herkesin cihada çıkması vacip olur” (Kurtubi C.10 S.367) Cihada çıkmak için müşrik anne-babanın izni alınır mı? Cihad farz-ı kifaye ise kişinin cihada katılmak için müşrik anne babasının iznini alıp almayacağı hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler. Es Sevri, “Onların iznini almaksızın gazaya gitmez” der. Şafii ise: “Onların iznini almaksızın gazaya gide-bileceğini” söylemiştir. İbn-ül Münzir de şöyle demektedir. “Dedeler de babalar gibidir, nineler de anneler gibi-dir. O bakımdan kişi yine onların iznini almaksızın gazaya çıkamaz.” (Kurtubi C.10 S.367-368) İsra 23-24, Lokman 13-14, Bakara 83. ayetlerinin umumi hitabı müslim veya gayrimüs-lim ayırmaksızın anne-babaya iyi davranmayı emretmiştir. Hatta nuzûl sebebine bakılır-sa Sa’d b.Ebi Vakkas’ın müslüman olmayan annesi hakkında indiği rivayet edilir. Ayet ve hadisin umum hitabını hususileştirmek için onu tahsis eden bir delil gerekir. Böyle bir delil yoksa “müslüman anne-babanın meşru emirlerine itaat edilir, gayrimüslim an-ne-babanın meşru emirleine itaat edilmez” demek hevaya uymak olur. Bu anne-baba sıradan biri ola bileceği ğibi, küfrün önderlerinden biri de olabilir. O zaman Tağut olan o anne veya babanın çocuğu onların meşru olan emirlerine itaat ederse kâfir mi olacak? Hayır olmaz; yukarda yapmış olduğumuz nakiller buna delildir. Öyleyse o çocuk küfre girmiyor da, aynı kişilerin meşru olan emrine itaat edenler niçin kâfir olsun? Bu bir çifte standart olmaz mı? Yani “sen itaat ettin caizdir, çünkü o Tağut’un çocuğusun, ama ben itaat edersem küfre girerim, çünkü benim onunla akrabalık bağım, yakınlığım yok; yabancıyım, torpilim yok” Öyle mi? Üçüncüsü: Müslüman olmayan liderlere, Allah’a isyan olmayan konularda itaat eden kişi de onu ilâhmı edinmiştir? Yani Allah’ın emirlerine muhalif olmayan emrinde itaat onu ilâh edinmek anlamındamı değerlendirilecek? Hayır, bu caizdir. Çünkü o em-redilen aslında ya mubahtır, ya da Allah’ın emridir. Yani her ne kadar da onu şu an gayri müslim emrediyorsa da aslında o bizim şeriatımızda hükmü ya mubah olarak, yada başka bir şekilde vardır. Misal; çevre düzeni veya trafik işareti ile ilgili kanunlar İslâm’a zıt olmadığı sürece bunlara uyulur. Bunlar küfür değildir. Yine Allah’ın Rasûlu’de Allah’ın hükmüne zıt olmayan veya bir yönü ile aslında Allah’ın hükmü olan hüküm-lerde Mekkelilere uymuştur. Örnek: Hilful fudul, himaye kanunu gibi kanuna uymuş ve desteklemiştir. Hudeybiye antlaşmasında “bismillahirrahmanirrahim” yazısına müşrikle-rin itirazını; onların “biz rahman ve rahim diye bir şey kabul etmiyoruz, sen bunun yeri-ne Allah’ın ismi ile yaz” demelerini kabul etmiştir, çünkü her ikisi de caizdir. Allah’ın yasaklamadığı aksine emrettiğidir. Yine onların “biz senin Rasûl olduğunu kabul etseydik seninle savaşmazdık” diyerek karşı çıkmaları üzerine, Rasûlullah  yazdırdığı Allah’ın elçisi ibaresini silerek onların istediği gibi Abdullah’ın oğlu yazdırmıştır. Bu konuda misaller çoğaltılabilir ama biz bu kadarı ile yetiniyoruz. Dördüncüsü: Allah’dan  başkasına itaat eden kişi bunu doğru, caiz, olarak kabul etmiyor da, her hangi bir sebeple yapıyor ise yine hüküm aynı mıdır? Hayır, bu da küfür değildir. Çünkü kişi Allah’ın hükmünü inkâr etmemek şartı ile bazı masiyetleri işlerse kâfir olmaz. Mesela sarhoş edici içki içen kişi, hükmünü inkar etmiyorsa kâfir değil, günahkârdır. Hâlbuki bu günahı işleyen kişi, ya nefsine uyup ona itaât ediyor ya da şeytana itaât ediyor veya her ikisine de itaât ediyor. Eğer ki “itaât ibadettir; İslâmi olmayan mahkemeye giden kişi Tağut’a itaat etmiştir ve bunu yapan da itaât etiğini ilâh edinen bir kâfirdir” diyenlerin iddiaları doğru olsaydı, her günah işleyenin kâfir olması gerekirdi. Çünkü günah işleyenler ya nefsine ya da şeytana itaât etmiştir. Buna zina, adam öldürme gibi günah işleyenleri misal verebiliriz. Bunların hiç biri kâfir olmaz, eğer ki hükmünü inkâr etmiyorsa. Bu mahkeme konusunda aşırı gidip tekfircilik yapanların iddialarının biri de şudur:” Nisa 60 muhkemdir, te’vile ihtiyacı yoktur”. Bu iddia doğru değildir, zaten bunu yani niaa 60. ayetin muhkem olmadığını imam celaleddin es suyuti el itkan fi ulumil kuran adlı eserinin 378. sahifesinde açıklamış ve bu ayetin müphem olduğunu söylemiştir. Ancak şunu belirtmekte fayda var. Nisa 60. ayetinin sizin iddia ettiğiniz konulara delaleti kat’i değildir. Bu iddia sahibleri bu ayetin zahiri lafızlarından her hâlukarda gayri İslâmi mahkemelere baş vurmanın da dinden çıkaran bir amel olarak anlaşılacağını iddia edip, ayetin zahirini delil gösteriyorlar. Bu yüzden de nuzûl sebebi ile beraber değerlendirilen izahlara kulaklarını kapatıyorlar. Gel gör ki bunlar zahire bağlı kalmaktan bahsetmelerine rağmen buna ne bağlı kalır ne de zahiri anlarlar. Onlara sorumuz şudur: Nisa 60 mahkemeye başvuranın dinden çıktığını açıkça ifade ediyor mu? Hayır; böyle açık bir ifade yoktur. Biz bunu “sana ve sende öncekilere imân ettiklerini iddia edenleri” lafızlarından anlıyoruz. O zaman tefsir ve te’vili kabul etmek zorundayız. Eğer ki bunu kabul etmiyorsanız Nisa 65’e ne diyeceksiniz? Bunun zahir ifadeleri 60’dan daha açıktır. Bu ayetin nuzûl sebebi ensari bir sahabe hakkındadır. “Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça imân etmiş olmazlar.” (Nisa 65 ) Âyeti Kerimenin Nuzûl Sebebi Bir kesim (âyetin nüzulü ile ilgili olarak) şöyle demektedir: Bu âyeti kerime, ez-Zübeyr b. El-Avvâm’m ensardan olan birisi ile tartışması hakkın¬da nazil olmuştur. Aralarındaki anlaşmazlık bahçelerinin sulanması ile ilgi¬liydi. Hz. Peygamber ez-Zübeyr’e: “Önce sen arazini sula sonra da suyu kom¬şunun arazisine sal” demişti. Hasım ise: “Görüyorum ki, halanın oğluna ilti¬mas geçiyorsun” dedi. Rasûlullah’ın yüzünün rengi değişti ve ez-Zü¬beyr’e: “Bahçeni sula, sonra da su tarlanın duvarlarına ulaşıncaya kadar hap¬set” dedi. Bunun üzerine: “Hayır, Rabbine aadolsun ki... imân etmiş ol¬mazlar” âyeti nazil oldu. Bu görüşü (Ma’mer ile Kuteybe) kabul edenler, ensardan olan kimsenin durumu hak-kında farklı görüşlere sahiptir. Bazıları “bu Bedir’e katılmış ensardan bir kimsedir” demektedir. Mekki ile en-Nehhas ise şöyle demektedirler: Bu kişi, Hatıb b. Ebi Beltea’dır. Es-Sa’lebî, el-Vahidî ve el-Mehdevî de: O, Hatıb’dır demişlerdir. Bu¬nun Sa’lebe b.-Hatıb olduğu da söylendiği gibi, başka kimse olduğu da söylenmiştir. Ancak sahih olan birinci görüştür; Çünkü, orada kim olduğu tayin edilmediği gibi, ismi de verilmemektedir. Buhari ve Müslim’de de onun ensardan bir kimse olduğu zikredilmekle yetinilmiştir. Taberî ise, âyet-i kerimenin münafık kişi ile yahudi hakkında inmiş olaca¬ğı görüşünü tercih etmektedir. Nitekim Mücahid de böyle demiştir. Ayrıca bu âyet-i kerime umum ifadesi ile, ez-Zübeyr’in kıssasını da kapsamına alır. İbnül-Arabî der ki: Sahih olan da budur. Hüküm konusunda Rasûlullah’ı  itham eden her kimse kâfirdir. Fakat ensardan olan o şahıs yanılmış¬tı. Peygamber de ondan yüz çevirmiş ve yakınının doğruluğunu bildi¬ği için bu yanlışlığını affetmişti. Ensari’nin gösterdiği bu davranış elinde ol¬madan olmuştu. Böyle bir özellik ise Peygamber’den başka herhangi bir kimse için sözkonusu değildir. Hakimin verdiği hükme razı olma-yıp onu red ve tenkid eden bir kimsenin bu durumu bir (irtidattır) ve onun tevbe etmesi istenir. Fakat verdiği hükümde değil de bizzat hakimin kendisini tenkîd edecek olursa, hakim onu ta’zir de edebilir, af da edebilir. (Kurtubi) Sizin anlayışınıza göre, bu ayetin “imân etmiş olmazlar” ifadesi gereği önce-likle o sahabenin kâfir olması gerekir. Sonra da her hangi bir meselede ihtilaf eden her-kes, eğer bu ihtlâfını İslâm mahkemesine başvurmadan hallederse, mesela; ihtilâf ettiği kişi ile kavga yaparsa, hele hele bunun sonucu onu öldürürse kâfir olması gerekir. Çün-kü bu adamın yapması gereken ayetin zahirine göre İslâm mahkemesine gitmesidir. Bunu yapmayıp kavga etmiştir. İkincisi, bir nefse kıymakla Allah’ın hükmünden başka bir hüküm vermiştir ve Allah’ın ve Rasûlu’nun  hükmünden dolayı kalbinde bir sıkıntı duymuştur, nefsinin hoşuna gidene uymuştur. Eğer ki böyle olmasaydı onu öldürmeyip mahkemeye giderdi ve verilen hükme de razı olurdu. Bu yaptığı ile İslâm’ın kısas hükmüne ya da “dinden çıkma dışında bir insan öldürülmez” hükmüne zıd olan bir hüküm verdi. Kısas hakkı olmadığı halde onu öldürdü. Bir başka yönü ile de zaten adam öldürenin ebedi cehennemde kalacağı Kur’an-ı Kerim’de şu ayetle bildirilmiştir: “Kim bir mü’mini kasıtlı olarak (taammüden) öldürürse cezası, içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazaplanmış, onu lanetlemiş ve ona büyük bir azab hazır-lamıştır.” (Nisa 93) Bu ayetin zahiri de size göre katilin tekfir edilmesini gerektirir. Ama İslâm’da bunların hiçbiri tekfiri gerektirmez. Birbaşka örmek; Allah  şöyle buyuruyor: “Akrabaya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. İsraf ederek saçıp-savurma. Çün-kü saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankör-dür.” (İsra 26- 27) Bu ayetlerin zahirine göre de israf edenlerin kâfir olması gerekiyor. Çünkü israf edenin şeytanın kardeşi olduğu haber veriliyor. Ama bu ayetlerin zahirini alıp ta tekfir yönüne giden hiçbir ehli sünnet alimi yoktur. Böyle her ayeti ya da hadisi zahirine göre alıp bir de buna kendi yorumumuzu katıp bunu da nasdanmış gibi kabul edersek yolumuz sapık-lıktır ve cehenneme çıkar; Allah korusun! Yine bir örnek te şudur; Allah  “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfir olanlardır.”(Maide 44) buyurduğu halde insanın nefsine veya başkalarına Allah’ın  hükmü ile hükmet-mediği halde bunlar tekfir edilmiyor. Bunlara birkaç misal verelim: Zina eden, içki içen, hırsızlık yapan, kâtil olan ve benzerleri... “Mahkemeye itaât eden ona ibadet etmiştir” iddiasında olanların mantığına göre bu saydığımız hususlar bir yönü ile nefse ya da şeytana itaâttir ya da bu suçları işleyenler bu konularda Allah’ın  hük-mü ile hüküm vermemişlerdir veya İslâm’ın hükümlerinden dolayı kalplerinde bir sıkın-tı var demektir. Onlara göre bunların tekfiri gerekir. İslâm’a göre ise bu konular sebebi ile insanlar tekfir edilmez, haramlığını inkar etmediği sürece. Bizler biliyoruz ki insanlar haktan saparak bazen şeytana kulluk edip Alla’hın dininden çıkarlar. “Ey ademoğulları, ben size and vermedim mi ki: Şeytana kulluk etmeyin, çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır;” (Yasin 60) “Bana kulluk edin; doğru yol budur.” (Yasin 61) “Ey Âdemoğulları! Şeytana tapmayın; masiyetimi gerektiren hususlarda ona itaat etme-yin ... diye size emrimi açıklamadım mı?” (Kurtubi) Bu ayetlerden anlaşılan “şeytana itaât ona ibadettir, bu da ona kulluk ve küfürdür”. Ama şeytana uymak her zaman küfür değil, bazen haramdır. Yani insan, Allah’ın emrine asi olur da bu yaptığının caiz olmadığını bilip Allah’ın hükmünü inkâr etmezse dinden çıkmaz; yok eğer yaptığının doğru olduğuna inanır da Allah’ın hükmünü kabul et-mezse ya da bunu araştırma gereği bile duymadan yaptığının doğruluğuna inanırsa işte o kişi kâfirdir. Hükmü inkâr etmediği halde şeytana ya da nefsine uyduğu için masiyet işleyen kişi böyle değildir. Şeytana itikadda değilde amelde itaat edenin hükmü : Misal; Adem şeytana uyduğu için cennetten çıkarıldı ama kâfir olmadı. “Fakat Şeytan, oradan ikisinin ayağını kaydırdı ve böylece onları içinde bulundukları (durum)dan çıkardı. Biz de: “Kiminiz kiminize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde belli bir vakte kadar bir yerleşim ve meta vardır, dedik.” (Bakara 36) Şeytanın Kaydırması: “Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırıp” buyruğunda yeralan ve “onları kaydırdı” anlamına gelen kelime çoğunlukla günah anlamına gelen “zelle” kökünden türeyen bir kelime olarak ve elifsiz oku¬muşlardır. Yani şeytan onları yanılttı, ayaklarını kaydırıp o günaha düşme¬lerini sağladı. Hamza ise, bu kelimeyi uzaklaştırmak anlamını ifade eden kök¬ten elifli olarak okumuştur. Bu, onları oradan uzaklaştırdı, izale etti demektir. İbn Keysan der ki: “Onları izale etti” anlamındaki oku¬yuş zevalden gelir. “Onları içinde bulundukları itaatten alıkoydu, masiyete yö¬neltti” demek olur. “Derim ki: O vakit bu iki okuyuş da aynı anlamı ifade eder. Ancak çoğun¬luğun okuyuşu mana itibariyle daha sağlamdır. Şu iki âyet-i kerimenin ifâ¬de ettiği anlam da bunun delilidir: “Onları, kazandıklarının bir kısmı yü¬zünden ancak şeytan kaydırmak istemiş-tir.” (Al-i İmran 155); “Şeytan on¬lara vesvese verdi.”(A’raf 20, Ta-ha 12). Burada sözü geçen vesve¬se ise masiyeti işlemelerini sağlayarak onların ayaklarını kaydırmaktır. Yok¬sa şeytanın bizatihi herhangi bir kimseyi bir yerden başka bir yere izale et¬me gücü yok-tur. Onun gücü ancak o kimseyi yanılmanın çerçevesine sok¬maktan ibarettir. Bu ise kişinin günahı sebebiyle bir yerden bir başka yere izale edilmesine sebep teşkil eder.” (Kurtubi) Bu ayet ve tefsirinde de çok açık bir şekilde anlıyoruz ki; şeytan onları içinde bulunduk-ları itaâtten alıkoydu, masiyete yö¬neltti ve kendine itaât ettirdi. Ama Adem  ve Havva  kâfir olmadı. Halbuki şeytan ilk ve en büyük tağuttur. Buna rağmen, ona itaat eden kim olursa olsun, o itaat ettiği hususu, doğru ve caiz kabul etmezse, o kişi tekfir edil-mez, ama onu şeytana itaati caiz kabul ederse, o kafirdir. şimdi sormak lazım tekfirci zihniyete: enbüyük tağut olan şeytana, amelde, helal saymayarak, itaat eden kişi kafir olmuyor da ondan daha küçük tağuta itaat eden neden kafir oluyor? Nefsine itaat ederek haramı irtikab eden onu helal saymadıkca tekfir edilmez: İnsanlar bazen de nefsine kulluk edip dinden çıkarlar. Nefsine kul olanları Kur’an bizle-re şöyle haber veriyor: “Şimdi sen, kendi hevasını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” (Câsiye,23) İbn Abbas, el-Hasen ve Katade dedi ki: Burada sözü edilen kişi, hevasına uygun düşen şeyleri kendisine din edinen kâfirdir. O neyi hevasına uy¬gun görür (ister ve arzu eder) ise mutlaka o işi yapar. (Kurtubi) İbn Abbas dedi ki: Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de nerede hevayı sözkonusu etmişse, mutlaka onu yermiştir. Mesela, yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Fakat o... hevasına uydu. Artık onun durumu üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi haline bıraksan da yine dilini sarkıtıp soluyan bir köpeğin durumuna benzer.” (Araf 176), “Heva ve hevesine uymuş, işin¬de haddini aşmış kimselere de itaat etme!” (Kehf 28), “Hayır!Zulme¬denler bilgisizce hevalarına uydular. Allah’ın saptırdığını hidayete ulaştıracak kimdir?” (Rum 29), “Allah’tan bir hidayet olmaksızın hevasına uyandan daha sapık kim olabilir ki?” (Kasas 50), “Sakın hevaya uyma! O takdirde seni Allah’ın yolundan saptırır.” (Sad 26) Abdullah b. Amr b. El-As, Peygamber’den  şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Hevası, getirdiklerime tabi olmadığı sürece sizden hiçbir kimse iman etmiş olamaz.” (Kurtubi) Bu ayetlerde kendi hevasını ilâh edinenlerin varlığı bildirildiği halde, her nefsine uyan kâfir değildir. Misal; insan küfür olmayan haramları işlediği zaman günahkârdır ama kâfir değildir. Eğer ki her itaât ibadet olsaydı, günah işleyenler kâfir olurdu. Çünkü günah işleyen kişi ya nefsine ya da şeytana uyup itaât ettiği için günah işler. Allah’a itaât etmiş olsa bu günahı işlemezdi; nefsine ve şeytana itaât ettiği için böyle bir işi yaptı. Bir başka yönü ile böylelerinin kendi nefsine Allah’ın  hükmü ile hük-metmediğinden dolayı kâfir olmaları gerekirdi. Böylesi günahkârların kâfir olmadığına dair bir çok delil vardır; biz bunlardan birini örnek olması için verelim. “Mü’minlerden iki topluluk çarpışacak olursa, aralarını bulup düzeltin. Şayet biri diğe-rine tecavüzde bulunacak olursa, artık tecavüzde bulunanla, Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın; eğer sonunda (Allah’ın emrini kabul edip) dönerse, bu durumda adaletle aralarını bulun ve (her konuda) adil davranın. Şüphesiz Allah, adil olanları sever”. (Hucurat. 9) Bu ayette birbirleri ile savaştıkları halde iki topluluğun da “mü’min” olduğu bildiriliyor. Halbuki Nisa suresinin 93. ayet-i kerimesinde bir mü’mini kasıtlı olarak öldürenin ebedi cehennemde kalacağı bildiriliyor. Eğer itaât ibadettir der, bazı ayetlerin zahirini de delil alarak nasların sevkettikleri manalara bakmadan ve nasları uzlaştırma metoduna baş vurmadan sırf buna dayanarak mahkemeye giden herkesi istisnasız tekfir edersek, açık bir hata etmiş oluruz. Bu mantıkla nasların birbirleri ile çeliştiği sonucuna gidilir, Allah korusun bu da derin bir sapıklık olur. 5. “Gayri İslâmi Mahkemeye - Yakalanıp Zorla Götürülse - Dahi O Mahkemeye İfade Vermek Velev Suçsuzum Dese Dahi Küfürdür” diyenler: Mahkeme meselesini yukarda yeterince izâh ettik; onun için bu konuya kısa cevap verip konuyu uzatmayacağım. Buna cevap Yûsuf suresindeki şu ayetlerdir: “Kapıya doğru ikisi de koştular. Kadın onun gömleğini arkadan çekip yırttı. (Tam) Ka-pının yanında kadının efendisiyle karşılaştılar. Kadın dedi ki: Ailene kötülük isteyenin, zindana atılmaktan veya acı bir azabtan başka cezası ne olabilir? (Yûsuf) Dedi ki: Onun kendisi benden murad almak istedi. Kadının yakınlarından bir şahid şahitlik etti: Eğer onun gömleği ön taraftan yırtılmışsa bu durumda kadın doğruyu söylemiştir, kendisi ise yalan söyleyenlerdendir.” (Yûsuf 25-26) “Onun gömleğinin arkadan çekilip yırtıldığını gördüğü zaman: Doğrusu, bu sizin düze-ninizden (biri)dir. Gerçekten sizin düzeniniz büyüktür dedi.” (Yûsuf 28) Bu ayetlerde açıkça görülüyor ki kendisi istemediği halde içerisine düşürülmeye çalışılan bir meseleden dolayı Yûsuf  mahkeme ediliyor; O da bu mahkemede savunma yapıyor. Bunun bir mahkeme olduğundan hiçbir şüphe yoktur! Bu konuda Kurtubi’den bir nakil yaparak bu konuyu bitirelim. Kadının yakınlarından şahitlik eden kişi: “kadının yakınlarından bir şahit de şöyle şahitlik etti...” buyruğundaki şahitliğin sebebi; iki tarafın söyledikleri birbiriyle çelişince, hükümdarın kimin doğru, kimin yalan söyle-diğini bilmek için şahide ihtiyaç duymasıydı. O bakımdan kadının yakınlarından birisi şahitlik etti. Yani onun yakınlarından bir hâkim hüküm verdi. Çünkü söyledikleri bir hükümdü, bir şahitlik değildi.” (Kurtubi) 6. “Bu Mahkemeler İçin Savunma Amaçlı Avukat Tutmak Küfürdür” diyenler: Bu caizdir. Allah şöyle buyuruyor. “İkisinden kurtulacağını sandığı kişiye dedi ki: Efendinin katında beni hatırla. Fakat şeytan, efendisine hatırlatmayı ona unutturdu, böylece daha nice yıllar (Yûsuf) zindanda kaldı.” (Yûsuf 42) Bu ayette Yûsuf  müslüman olmayan birine “efendinin yani hükümdarın yanında beni an” diyor, işte bu söz avukat tutmaya delildir. Eğer denilirse ki “avukata vekalet vermek caiz değildir, çünkü avukat imân etmemiştir” Biz de deriz ki “Yûsuf ’ın vekalet verdi-ği kişi de müslüman değildi”. Ayrıca bu vekalet ve velayet konusunu da daha önce res-mi nikâh konusunu açıklarken delilleriyle yazmıştık. Eğer, “konu vekalet değil, bu me-selede tağutların kanununu ve hükmünü kabul etme vardır” denilirse, biz de “bunu iddia ederken delilin nedir, delilini getir” deriz. Çünkü gayri İslâmi yönetimlerde bazı kanun-lardan yararlanılabilir. Mekke’deki himaye ve hilful fudul kanunları gibi. Buna rağmen bunu, küfür olan hüküm taleb etmek olarak iddia edip “mahkeme İslâmi değil, bu avukat sizi savunurken onların kanununa göre savunacak ve onlar da şu hükmü değil de bu hükmü talep ettiğini ifade edecektir” diyorsanız… Bilin ki Yûsuf’un  zamanındaki o kral da onun kanunları da İslâm değildi. Yani bizler avukat tutmakla Yûsuf  ne yap-mışsa onu yapıyoruz. O zaman din açısından durum ne ise bugün de odur. Hak yola ileten Allah’a hamd olsun. 7. “Bu Mahkemelerin Kararına İtiraz Edip Temyize Göndermek Küfürdür” diyenler: Bu da küfür değildir; bu konuda daha önce tarafımızdan yazılmış olan risaleye bakılabilir. Biz burada şunu yazmakla yetineceğiz. Temyize başvurmak yeni bir dava açmak değil, aksine açılmış davaya karşı onurlu ve müslümanca savunma yapmaktır. Temyiz için verilen dilekçe bir üst mahkemeden hüküm istemek değil, mahkemenin verdiği hükme itiraz etmektir. Bu itiraz dinin gereğidir. Allah bizden Tağut’u reddetmemizi, ona karşı çıkıp itiraz etmemizi istemiştir. Bu itiraza “caiz değil” diyerek karşı çıkmak, Allah’ın tarafını tutmak değil Tağut’un tarafını tumaktır. Tağut’a taraf olmak ta müslümanlık değil kâfirliktir. Nihayet temyize başvuran kişileri tekfir etmek Yûsuf’u  tekfir etmektir. Hele bir de temyize başvuranları tekfir etmeyenleri tekfir etmek bütün peygamberleri tekfir etmek anlamına gelir; biz bundan ve bu inançta olanlardan Allah’a  sığınırız. Bu zihniyet sahibleri mahkemeye ve temiz mahkemesine gidenleri tekfir ettikleri gibi onları tekfir etmeyenleride,tekfir ediyorlar tağuta mahkeme olmayı, küfür olarak kabul etmeyenide tekfir ediyorlar. Hatta bunları tekfir etmeyenleri de tekfir ediyorlar. Şu halde onlara soruyorum. İmam Muhammed, serahsi, İbn teymiye, ibn hazım, razi, ibn cevzi, ebul iz, ve hanifi alimlerinin tamamı, bu hususda sizin bibi düşünmüyor ve tekfir etmiyorlar. Şimdi ziz bu alimleride tekfir ediyormusunuz? hayır etmiyorsunuz, öyleyse sizler kendi fetvenıza göre kendizizi tekfir ediyorsunuz. Bu durumde yapacak bir şey yok bizede evet öylesiniz demek düşer. Sizi uyardık bu meseleler sizin anladığınız gibi değildir ama illada küfür diyorsanız o halde sizlerde gerçekten kafirlersiniz. Bu insanlar tekfir etmek için sağda solda kâfir aramasınlar! Aynaya bakarlarsa aradıklarını bulacaklardır. Mevlâm onlara hakka teslim olmayı, bize de hak yolda daim olmayı nasib etsin. Amin!... “Bizi doğru yola ileten Allah’a hamdolsun. Zaten Allah bize hidayet vermiş olmasaydı biz kendili¬ğimizden bu doğru yolu bu¬lamayacak¬tık.” (Araf 43) FIKHİ ANA KAİDELER 1. Bir İşten Maksat Ne İse Hüküm Ona Göredir : Açıklama : Bir iş üzerine terettüp edecek hüküm, o işten maksat ne ise ona göre olur. Meselâ : Bir şey hem helâllik, hem haramlık vasfını taşıyorsa bunlardan hangisi kasdedilerek işlenmişse ona göre hüküm alır. Misal; İslâm’ın hükmünden kaçarak, Tağut’un hükmüne başvurmak haram ve küfür-dür. Nefsi müdafaa ise helâl ve gereklidir. Bir insan Tağuti otoriteye başvursa, ama zahiren küfür sözü ve filini de işlemezse, bu kişinin maksadı Tağut’un hükmüne razı olmak, İslâm hükmünden de kaçmak ise bu kişi kâfir olur. Şayet nefsi müdafaa yapmak ise, İslâm hükmünü arzuluyor, ama İslâm mahkemeleri olmadığı ve de hakkını almak, nefsini saldırılardan kurtarmak için onlardan da adalet beklemeksizin gitmişse, bu küfür müdür? Böyle bir durumda faile maksadı sorulur ona göre hüküm verilir. İnsan-ları mahkeme etmeden hüküm vermek asla caiz değildir. İşlenen suç, ne kadar açık olursa olsun, yinede zanlının yani failin ifadesine başvurmak sünnetullahtır, gereklidir. Allah şöyle buyuruyor: “Andolsun ki, sizi yarattık. Sonra da size şekil verdik. Sonra da meleklere: “Âdem’e secde edin dedik. İblis müstesna, hemen secde ettiler. O ise, secde edenlerden olmadı. Buyurdu ki: Ben sana emrettiğim halde seni secde etmekten alıkoyan nedir? Dedi ki: Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın.” (Araf 11-12) “Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler. İblis müstesna O, secde edenlerle beraber olmayı kabul etmedi. Buyurdu ki: Ey İblis, sen ne diye secde edenler-le beraber olmadın? Ben, kuru bir çamurdan, değişmiş ve şekillenmiş bir balçıktan yarattığın beşer için secde edecek değilim dedi. Buyurdu ki: O halde çık buradan. Çünkü sen artık kovulmuş birisin. Hiç süphesiz kıyamet gününe kadar lânet senin üze-rinedir.” (Hicr 30-31-32-33-34-35 ) “Bir zaman biz, Meleklere: Âdeme secde edin demiştik. Onlar hemen secde etmişler fakat İblis secde etmemişti. Balçıktan yarattığınamı secde edeyim?” demişti. İblis şöyle dedi: Söyle bana, benden üstün kıldığın kimse bumu? Yemin olsun ki eğer beni kıyamet gününe kadar yaşatırsan, onun soyunu vesvese ile helak edeceğim. Ancak az bir kısmı hariç. Allah şöyle dedi: Haydi git. Âdem’in soyundan sana kim uyarsa, cezanız cehennemdir. Bu, yeterli bir cezadır.” (İsra 61-62-63) Bu ayetlerde çok açık bir biçimde, Allah’ın, İblis’i mahkeme ettiğini müşahade ediyoruz. Halbuki Oher şeyi çok iyi biliyordu. Böyle bir şeye ihtiyacı da yoktu. Ama neden İblis’e, “Ey İblis, sen ne diye secde edenlerle beraber olmadın?” sualini sordu? Elbette ki, bize örnek ve öğüt olsun diye. Çünkü, Allah ezeli ilmi ile biliyordu ki, gelecek zamanda insanlar birbirlerini yargısız infaz edecekler ve bunu yaparlarken de “ ben zaten işin içyüzünü çok iyi biliyordum; araştırmaya, soruşturmaya lüzum yoktur, her şey ayan beyan ortadadır” diyecekler. Kimi de “bize gizli kalan ve anlayamadığımız hususları soruşturur, mahkeme ederiz ama içyüzünü bildiğimiz, yani bizce bilinen hususları zanlıya sormayız; buna gerek te yoktur” diyerek sapacaklar ve zulümler işleyecekler. Şunu iyi bilelim; bu ayetler bize gösteriyor ki suçlananın suçlu olduğunu ne kadar iyi bilirsek bilelim, Allah kadar bilmemize imkân ve ihtimâl yoktur. Öyle ise, her ne olursa olsun bir mesele ile karşılaşırsak, bunu önce muhatabımız olan faile soralım. Rabbimiz, İblis’in neyi niçin yaptığını bilmesine rağmen, soruyor da bize ne oluyor? Üzülerek ifade ediyorum ki, zamanımızda bir takım insanlar türedi; bunlar başkaları hakkında hüküm vererek o kâfir, bu kâfir derler. Acaba bunlar Kur’an-ı Ke-rim’i okumaz mı? Yoksa kendilerinin (haşa) Allah’dan daha iyi bildiklerine mi inanır-lar? Bu zevat böylesi davranışları ile de kendilerinin ehl-i sünnet olduklarını iddia ederler. Hayır! Bunlar haricilerden de haricidirler de farkında değiller. Çünkü hariciler nasların zahirine tutunurlardı, tefsir ve tevilinde de hata yaparlardı. Ama bunlar suçla-dıkları kimseyi kendi batıl yorumları ile tekfir ediyorlar. Misal: Adamın biri bir fiil işler ya da onların düşündüğü gibi düşünmez; bu adamı tekfir ederler, sebebini sorarsın kendilerince delil zannettikleri bir ayet ya da hadis getirirler; “iyi de bu nasdan bu hüküm çıkmaz” dersin, “biz hüküm çıkaracak ilme sahib değiliz, alimler ne demiş ise biz onu söyleriz” derler. “Tamam doğru söylediniz, bilmiyorsan bir bilene sor bu çok tabii, güzel bir şey de siz bu fetvayı hangi alimden aldınız?” dersin, bu sefer de “alime gerek yok nas açık” derler. “Nassın zahirinde bu iddianıza delil olacak bir şey yok” dersin, yorum yaparlar, muhatablarının fiilini onun yapmadığı ve kast etmediği mânâya yorumlarlar. Bu yaptıklarıyla da red ettiklerini zan ettikleri Tağut’un yerini alırlar. Çünkü Tağut’ta hükmünü Kur’an’a ve sünnete dayandırmayıp hevasından ve yoru-mundan alır; bunlar da öyle yapıyorlar. Be hey adam! alim değilsin, nassın zahirinde de böyle bir mânâ yok, naslardan hüküm çıkaracak kadar ilmin de yok ve bunu da yani ilimsiz olduğunu, hüküm çıkaracak ehliyete sahib olmadığını da söyleyen sensin, o halde nedir bu aşırılık? İnsaflı ol! bu gidişat seni önce tağutlaştırır, sonra cehenneme sürükler; unutma bunu! Yine onlara deriz ki: Hani siz ehl-i sünnet olduğunuzu ve alim de olmadığını-zı, alimlerin fetvaları ile amel ettiğinizi söylüyordunuz ya, işte söz konusu bu mesele hakkında ulema şöyle şöyle fetva vermiş; falan falan kitaplarda bu mesele sizlerin söylediğinizin tam aksine, bunun küfür olmadığı yazıyor. Bu sefer “o kitapların o alim-lere ait olduğunu nereden bilelim” derler. Hani sizler yazı, imza ve mühürün söz hük-münde olduğunu kabul ediyordunuz ya, zaten Kur’an, sünnet, ve şer’i delillerin de tamamı bize yazı yolu ile geldi. Bu kitapların o alimlere ait olmadığını gösteren bir delil de yok elinizde. Bu sefer de “aman canım alim hata yapamaz mı” derler. Evet yapabilir; nebiler hariç her insan hata yapabilir, bu doğru da siz bu söz konusu hatanın küfür olduğunu, buna küfür demeyenin de, onu tekfir etmeyenin de kâfir olduğunu söylüyorsunuz. Öyle ise bu alimler kâfir mi? “Hayır onlar çok kıymetli alimlerdir” diye cevap verirler. Madem öyle sizin tekfir ettiğiniz şu insanlar da aynı şeyi söylüyor, onla-rı niçin tekfir ediyorsunuz? Hatta onları tekfir etmeyenleri de tekfir ediyorsunuz. Bu fetvanızla da bizzat kendinizi tekfir etmiş oluyorsunuz. Çünkü sizler sizin gibi düşün-meyen kimseleri ve onları tekfir etmeyenleri de tekfir ediyorsunuz. Bu söz konusu alimler de sizin gibi düşünmediğine göre hatta sizin tam zıddınıza fetva verip tekfir yönüne gitmediklerine göre bunları tekfir etmeniz gerekir. Bir de sizler bu gibi mesele-lerde tekfir etmeyenleri de tekfir ettiğinize göre ve siz de bu alimleri tekfir etmemekle kendi küfrünüze fetva vermiş oluyorsunuz. İnne lillah ve inne ileyhirraciuun... 2. Yakin (Kesinlik İfade Eden Şey) Şüphe İle Zail Olmaz : Misal: Ali imân etti; Ali’nin müslüman olduğuna yakinen şahidiz, daha sonra Ali’nin yaptığı bir fiil, bizde bir şüphe uyandırdı ya da bu fiil zahiren küfürdür veya bir haberci bize Ali’nin küfre saptığını haber verdi. Bizim Ali hakkında hemen peşin hüküm verip onu tekfir etmemiz doğru olmaz. Öncelikle bunu Ali’ye sormalı ve onun ifadesine göre de karar vermeliyiz. Neden? Çünkü Ali’nin müslümanlığı önceden kât’i olarak sabittir. Yani Ali’ye “sen öyle diyorsun ama biz senden şüpheleniyoruz ve bu sebeble de seni tekfir ediyoruz” diyemeyiz. 3. Bir Şeyin Bulunduğu Hâl Üzere Kalması Asıldır : Bir şey bulunduğu, tesbit edildiği zamanda ne hâl üzere ise, aksine bir delil sabit olmadıkça o hâl üzere kalması, degişikliğe uğramaması asıldır; ona göre hüküm verilir. Bilindiği gibi, eşya zamanla degişir, değişikliğe ugrayabilir. Fakat bir şeyin bulunduğu hâl üzere kalması muhakkak, degişime uğraması ise muhtemeldir. Bu ba-kımdan muhakkak olan hâl, muhtemel olan hâle nazaran önde gelir. Meselâ: Bir şahıs uzun müddet kayıp ya da bizden uzakta yaşıyor olsa, biz o adamdan sağlıklı ve doğru bir haber alamıyorsak, bu adam bizden ayrıldığı zaman durumu ne ise öyle kalır. Yani müslüman ise müslüman, gayri müslim ise gayri müslim kabul edilir. O adam bizden uzakta yaşıyor diye hükmü bizim nezdimizde değişmez. Şunu da ifade edelim ki bu kayıp ya da bizden uzakta olan adam hakkında bize biri, onun küfre saptı-ğına dair haber getirse, bu habere göre hemen hüküm verilmez. Bu haberci ister müslüman olsun ister gayri müslim olsun fark etmez. Bu haber öncelikle araştırılır; araştırırken de dinden çıktığı iddia edilen şahsı bu durumdan kurtarmak için oldukça gayret edilir, ancak en ufak bir şüpheye mahal bırakmayacak kadar doğru ve kât’i delil var ise habercinin haberi doğru kabul edilir. Yoksa ufacık bir şüphe dahi olsa tekfir yoluna gidilmez. Yani “haberci müslümandır” diye her sözü ve haberi doğru kabul edilmez, araştırılır. Bizler biliyoruz ki müslüman da yalan söyleyebiliyor maalesef. Bir başka açıdan meseleyi ele alırsak haber veren kişi bizce müslüman ise haberini aldığı-mız kişi de müslüman idi bu habere kadar. Madem müslümanın haberine ve sözüne inanılıyorsa neden haberciye inanıyoruz da onu yalanlayan muhataba inanmıyoruz? Halbuki aldığımız haberler karşısında ne yapacağımızı Allah bize şöylece bildiriyor: “Ey imân edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse bilgisizce bir kavme sataşıp ta sonra yaptığınıza pişman olmamak için iyice araştırın.” (Hucurat 6) Buyruğun nüzul Sebebi: “Ey imân edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse...” buyruğu, denildiğine göre el-Velid b. Ukbe b. Ebi Muayt hakkında inmiştir. Buna sebep, Said’in Katade’den rivayet ettigine göre şudur: Peygamber el-Velid b. Ukbe’yi,zekatlarını toplamak üzere Mustalık oğullarına göndermişti. Onlar Velid’i görünce ona doğru yürüdüler, o da onlardan korktu. -Bir rivayete göre bu korkmasının sebebi (cahiliye döneminden kalma) aralarındaki bir husumet idi.- Peygamber’e geri dönerek İslâm’dan irtidat ettiklerini haber verdi. Bunun üzerine Peygamber Halid b. el-Velid’i göndererek ona işi iyice tesbit edip araştırmasını ve acele etmemesini emretti. Halid yola koyuldu; nihayet geceleyin onların yurduna vardı. Gözcülerini gönderdi, geri geldiklerinde Halid’e, Mustalık oğullarının İslâm’a sımsıkı sarılmış bulunduklarını, ezan okuduklarını ve namaz kıldıklarını duyduklarını haber verdiler. Sabah olunca Halid, onların yanına vardı ve gözcülerin söylediklerinin doğruluğunu gözleriyle gördü. Allah’ın Peygamberine dönerek ona durumu haber verdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Bundan dolayı yüce Allah’ın Peygamberi: “Teenni Allah’tan, acele şeytandan” diye buyururdu.” (Kurtubi) Bu ayetin emri gereği sahabenin haberi araştırılıyor; bize haber getiren kişi kim olursa olsun sahabeden de faziletli değildir. O halde bu habercinin haberi öncelikle araştırmaya muhtaçtır. Ayrıca İbni Teymiyye rahimehullah bir müslüman bizden ayrıldığında, onda bir maasiyet bulunuyordu ise, zaman geçtikten sonra bize ondan sorulacak olsa; biz onun bu masiyeti terk ettiğine hüküm veririz diyor. Müslümana hüsnü zan yapılması gerek-tiğini bize vurguluyor. 4. Kadim Kıdemi Üzere Terk Olunur: Çünkü bu hususta asıl olan bir şeyi bulunduğu hâl üzere bırakmaktır. Bir şeyin öteden beri devam edegeldiği hâl, onun o hâl üzere meşguliyetine delil sayılır. 5. Beraat-ı Zimmet Asıldır: Suç sonradan işlenir. İnsan önce suçlu değildir; sonra bir sebeb ve fiilden do-layı suçlu olabilir. Meselâ : Hırsızlık suçu iddiasi ile hâkimin huzuruna çıkarılan kimse hakkında ilk düşünülen husus, hırsız olmamasıdır. Hırsız olduğu beyyine (delil) ile isbad edilmedikçe suçsuz olduğu kanaatine varılarak serbest bırakılır. Çünkü beraat-i zimmet asıldır. Yani engizisyon mahkemeleri gibi “sanığın idamına, delillerin toplan-masına…” diyerek bir hüküm verilmez. Böylesi hükümler müslümanın işi değil, engizisyon mahkemelerinin işidir. 6. Arızi Sıfatlarda Aslolan Ademidir : Genel olarak sıfat ikiye ayrılır : Biri asli, diğeri arizi. Asli olan sıfat: Hayat, bekâret gibi mavsufla birlikte var olan şeylerdir. Arizi olan sıfat, mevsufla birlikte var olmayıp sonradan -ölüm, hastalık, dulluk gibi- ariz olan şeylerdir. 7. Bir Zamanda Sabit Olan Şeyin Hilâfına Delil Olmadıkça Bakasîyle Hükmedilir: Az yukarıa da belirtildiği gibi kadim kıdemi üzere terk olunur. Çünkü bu hu-susta aslolan, bir şeyi bulunduğu hâl üzere bırakmaktır. Meselâ: İmân eden birinin, küfre girdiğine dair kât’i delil sabit olmadıkça o şahsın irtidadına hükmolunmaz. Kât’i delilden maksat yorum ve te’vilsiz o delilden çıkan mânâ, failinin küfrüne delalet eden delildir. Yoksa yorum yapılarak “bu adam şu sözü söylemekle ya da şu işi yapmakla bunu kast etmiştir; bu kasıt veya maksad da küfürdür” diyerek getirilen delil, delil değildir. Hele hele, kat’i delil hiç değildir. 8. Kelâmda Aslolan Mânay-ı Hakikidir : Kelimenin delâlet ettiği hâkiki manâya göre hükme varılır; karine olmadıkça mecâzi mânâya veya tağlib kaidesine göre mânâ çıkarmaya gidilmez. Meselâ : a) Bir kimse oğlu için birşeyler vasiyet ederse, oğlunun oğlu buna girmez. Çünkü kelimenin hâkiki mânası oğlu ifâde ediyor; torunu değil. b) Bir kişi “Şu kadar malımı evlâdıma vakfettim” dedikten sonra ölürse, onun erkek ve kız bütün çocukları buna girer; çünkü örfen “evlâd” kelimesi umumiyetle erkek ve kız çocuklarına delâlet eder; yani mânay-ı hâkikisi budur. c) Bir kimse yargılama merciinde olan birine birilerini şikayet etse bunun mâ-nâsı yargı talebidir. Buna bundan maksadı “öylesine konuşmuştur” denilemez. Yine bunun gibi yargının hükmüne itiraz ederek yazılı veya sözlü olarak karşı çıkan birine de bundan maksadı “yargılanmak istediğidir” denilemez. Bu durumda fiilin sahibine maksadı sorulur ya da bu işin örfte ne mânâya geldiğine bakılır. Eğer bakılırsa görülür ki hükme itiraz, ne şer’an ne de örfen hüküm talebi değildir. Yine bakılırsa görülür ki melik gibi, kral gibi yargılama yetkisine sahib birine bir başkasını şikayet edenin, şika-yet ettiği şahsın yargılanmasını istediği şer’an da örfen de sabittir. 9. Sarahat Karşısında Delâlete İtibar Yoktur : Sözle bir şeyi irâde etmek sarahattir. Fiil veya sükût ile irâd etmek, delâlettir. Bir hususun yapılmasında sarahatle delâlet arasında ihtilâf vuku bulursa, sarahatle amel edilir. Çünkü delâlet, sarahat gibi kesinlik ifâde etmez. Meselâ : Yukarıda söz konusu ettiğimiz mahkeme, yargılanma ve şikayetçi olma gibi konularda failin fiili ile sözü ve maksadı üzerinden yorum yapıldığı zaman çelişiyorsa söz ve maksadı sarahattir; fiili üzerindeki yorum ise olsa olsa delalettir. Bu durumda failin sözü ve maksadı yani kastı ölçüdür; tabii bu genel kaidelere ve meşru örfe aykırı değilse. Yani adam mahkemeye itiraz etmişse biri de çıkıp “bu bir dava açmaktır” diye iddia ediyorsa, bu durumda eğer ki iddiacının iddiası delalet kabul edilirse, faile niçin böyle bir şey yaptığı sorulur, onun maksadı mahkeme talebi ise, yani fail böyle söyler-se, iddia sahibinin sözü doğru alınır. Yok eğer fail “bundan maksadım örften de bilin-diği gibi hükme itirazdır” diyorsa, buna göre hüküm verilir. Aksi bir davranış, yani sarahat bırakılır da delalete bakılarak hüküm verilir ise haddi aşmak olur, insanı cehen-neme yuvarlar. 10. İctihâdla İctihâd Nakz Olunmaz : Yani ictihâd etme seviyesinde olan bir müctehidin bir mesele hakkındaki ictihâdını, diğer bir müctehidin ictihâdı bozamaz. Bu icmâ ile sabit olmuştur. Nitekim Ebû bekir radiyallahu anh bazı meselelerde ictihâdda bulunup hükümler vermiştir. Hz. Ömer radiyallahu anh ona o hükümlerde muhalefet etmiştir. Bunun gibi, müctehid bir mesele hakkında hüküm verir, sonra bu husustaki ictihâdını degiştirecek olursa, evvelki ictihâdıyla verilen hüküm bozulmaz. Bu meseleyi biraz daha izâh edelim. Meselâ : İmam Muhammed bir mesele hakkında ictihâd etti, daha sonrada İmam Ahmed ona muhalefet etti; bu durumdan dolayı İmam Muhammed’in ictihâdı bozul-maz. 11. Meşakkat Kolaylığı Celbeder : Güçlük kolaylığa, sıkıntı genişliğe yol açar. Darlık vaktinde genişlik göster-mek gerekir. Faizsiz ödeme, havale, hicir gibi bir çok fıkhi meseleler bu asıl kaideye göre hükme bağlanır. Kolaylığı celbeden meşakkatin tahlil sebebleri yedidir : 1. Yolculuk. 2. Hastalık. 3. İkrâh (Zorlama). 4. Furu meselelerde bilgisizlik. 5. Güçlük. 6. Umumî belvâ. 7. Nakiz. Meselâ : Selem usûlü. (Alım - Satımda mebiin (satılan malın) mevcut olması iktiza ederken, para sıkıntısı çeken kimsenin ileride elde edeceği malı şimdiden satıp bedeli olan parayı alması caiz görülmüştür.) Bu bir nevi ihtiyaç karşısında ruhsat olmuş olu-yor. 12. Bir İş Daralınca Genişlemeye Yüz Tutar : Şöyleki; bir işte darlık ve meşakkat görülünce, genişlik ve ruhsat gösterilir. Bâzıları bu hususta şöyle bir kaide zikreder : “Bir iş daralıp sıkışınca genişler. Bir iş fazla genişleyince de daralır.” Gerçi bu kaide yukarıdaki kaideden çıkarılmıştır; fakat arada bir takım ince farklar vardır. Meselâ : a) Borçlu belirtilen vakitte borcunu ödeyemez de sıkıntıya düşerse, ona borcu ödeyebilecek kadar geniş bir müddet verilir. b) Nafaka vermekle yükümlü tutulan kimsenin mâli durumu bozulur, tâyin edilen miktarı ödemekten âciz kalırsa, kudretine göre bir imkân tanınır. 13. Zaruretler Mahzurlu Şeyleri Mubah Kılar : İslâm’da zaruretler tahdit edilmiştir. Haramla karşı karşıya gelen kimse bu tahdit çerçevesine giriyorsa, onu ihtiyaç nisbetinde kullanabilir; aksi halde caiz değil-dir. Meselâ : a) Kıtlık yıllarında ölmüş bir hayvanın etinden başka yiyecek birşey bulunmaz da adam açlıktan ölmek tehlikesiyle karşı karşıya kalırsa, ölmeyecek kadar o etten yiyebilir. Bunun gibi susuzluktan ölüm tehlikesiyle karşılaşırsa, ölmeyecek kadar şarap içebilir. b) Silâh tehdidiyle, ölüm tehdidiyle küfre zorlanan kimse, kalben mü’min ol-duğu halde elfaz-ı küfürden birini söyleyebilir veya bir kimse tehdit ve cebir ile diğer bir kimsenin malını itlâf etse, bu işe zorlanan kimse mes’ûl tutulmaz. Çünkü arada cebir vardır; zaruri olarak bu yola tevessül edilmiştir. c) Açlıktan ölüm tehlikesi geçiren kimse, baskaşına ait olup sahibinin müsaa-desini almadan -ileride bedelini ödemek niyetiyle- malından ölmeyecek kadar alıp yiyebilir. 14. Zaruretler Kendi Miktarınca Takdir Olunur : Bu kaide yukarıdaki kaidenin tamamlayıcısı mahiyetindedir. İşaret edildiği gi-bi, zaruri bir sebeble mubah olan şey ancak zaruret miktarınca mubah olur; fazlası mubah olmaz. Çünkü haramı mubah kılan cevaz illeti, zaruret miktarıyla kalkmış olur; fazlası ise zarûretsiz alınmış olur. Meselâ : a) Soğuktan donmak üzere bulunan bir kimse, tehlikeyi atlatacak miktarda başkasına ait odun veya yakıttan -ileride bedelini ödemek niyetiyle- kullanabilir; fazla-sı ise haramdır. b) Yukarıdaki kaidede geçen misallerden ikisi (a - c) buna da misal olur. 15. Zarar-ı Esed, Zarar-ı Ahaf İle İzâle Olunur : Büyük ve daha tehlikeli zarar daha hafif olan zararla giderilmeye çalışılır. 16. İki Fesâd Taaruz Ettiğinde Ahaffını İrtikâb İle Azabının Çaresine Bakılır : Fesadı gerektiren iki şey gelip çatıştığında, zararı az olan dikkate alınarak en hafifi sayılarak alınır. Meselâ birbirine eşit iki belâ ile karşıkarşıya gelen kimse bu ikisinden dilediğini seçip kabullenir. Eşit olmadığı takdirde ise en hafif olanını alır. Meselâ : Başında yara bulunan kimse bu vaziyette secde edecek olursa, yarası akıntı getirir; fakat namazı terketmez. Çünkü secdeyi terketmek namazı terketmekten daha hafiftir. Nitekim hayvan üzerinde işaretle secde edilir, ama abdestsiz namaz kılınmaz. 17. İki Şerden Ehven Olanı İhtiyar Olunur : Bu kaide, yukarıdaki kaideye yakındır. Zarar ve şerri gerektiren iki hâdise bir-den gelip çatarsa en kolay ve zararı az olan tercih edilir. Meselâ : Bir koçun başı kazara bir küpe girip çıkması mümkün olmazsa bakılır : Hangi-sinin kıymet ve zararı daha azsa o ihtiyar edilir; koçun kıymeti küpünkinden daha faz-laysa küp kırılır ve kıymeti sahibine ödenir. Küpün kıymeti daha fazlaysa, koç boğaz-lanır ve kıymeti sahibine ödenir. 18. Zarar İmkân Nisbetinde Giderilir : Meselâ : a) İmkân olduğu halde çocuğuna nafaka vermeyen bir baba hapsolunur. b) Hz. Peygamber  “müslümanlara karşı kılıç çeken kimsenin kanı helâl olur.” buyurmuştur. Çünkü o kimse tuğyan edip mütecâviz hale gelmiş olduğundan bu zararı ancak vücudunu ortadan kaldırmakla gidermek ve ikinci bir kimsenin böyle bir tuğyana tevessül etmesine mâni olmaktır. 19. Hâkiki Mânâ Mümkün Olmadığında Mecâze Gidilir : Meselâ : Bir adam babasının kim olduğu bilinen karısını kasdederek: “Bu benim kı-zımdır” derse, bu adamın bu sözüyle karısı kendisine haram olmaz. Çünkü kelimeyi burada hâkiki mânâsına almak mümkün değildir. Heyhat! Günümüzde ise birtakım insanlar, birilerini küfürle itham edebilmek için sözleri, nasıl tekfire müsait ise öyle alıyorlar. Yani sözün hakiki mânâsı tekfire müsait değilse mecazini alarak tekfir ediyorlar, yok hâkiki mânâda bu mümkün ise mecazı bırakıp hakiki mânâyı alıyorlar. Bu gibi kimseler derin bir vehm içerisindedirler. 21. Bir Kelâmın Îmâli Mümkün Değilse İhmâl Olunur : Yani bir sözün hakikî ve mecazi bir mânâya hamli mümkün olmazsa, o halde mühmel, yani mânâsız bırakılır. 22. Mutlak İtlâkı Üzere Câri Olur; Meğer ki Nasdan veya Delaletten Takyide Delil Buluna : Yani nassan veya delaleten bir kayıt ile mukayed olmadığı takdirde mutlak itlâki üzere câri olur. Mutlak : Cinsinde sayı olan, şumul ve tayin olmaksızın birçok hisseleri ihtimal edinen lâfızdır. Takyid : Herhangi bir sebeble şuyû’dan çıkan lafızdır. Meselâ : a) (A) kendisine ait tarlayı (B)’ye hiç bir kayıt koymaksızın kiraya verse, (B) bu tarlayı istediği şekilde kullanabilir. İsterse buğday eker, isterse sebze. b) (A) Kendisine ait hanı (B)’ye ariyet olarak verse ve hiç bir takîyedde bu-lunmazsa, (B) bu hanı isterse depo olarak, isterse oturmak için kullanabilir. Ancak bu hususlarda örf ve âdete uymayan şeyleri yapamaz. Yani örf ve âdete uyma-yan işi o handa yapamaz. Delâleten bir takyid bulursa; Meselâ : (A) kurban bayramına takaddüm eden günlerde (B)’yi, kendisine bir koyun almak üzere vekil etse, her ne kadar buradaki lâfız mutlaksa da delaleten bir kayıt mev-cuttur; o da kurban bayramının yaklaştığı, bu itibarla (B)’nin koyunu istediği vakit değil de kurban günlerinden önce satın alıp getirmesi gerekir. 23. Sâkîte Bir Söz İsnad Edilemez: Yani (A)’nın söylemediği bir sözü “söyledi veya söylemiştir” denilemez. An-cak söz söylenmesi ihtiyaç hissedilen yerde susmak beyân sayılır. Meselâ: İrademiz dışında bir mahkemede bizi yargılayıp her hangi bir hüküm verseler, biz de bu hükme razı olmayıp itiraz etsek ve bunu dilekçe denilen bir tür yazı ile yaza-rak bu itirazımızı bildirsek, eğer ki bu yazıda her hangi bir küfür sözü yazmamışsak, birilerinin “bu yazıda sizin maksadınız bir üst mahkemeyi kabul etmektir” diyemez. Bu haddi aşmak olur. Çünkü bu fiilde ne sarahaten ne de delaleten bir mahkeme talebi yoktur. Eğer biri bunun mahkemeye başvurmak olduğunu iddia ederse söylenmemiş ve yazılmamış bir sözün varlığını iddia etmiş olur. Bu da iki şekilden biri ile değerlendiri-lir. •Birincisi; bu iddianın sahibi gaybı ve kalplerde olanı bildiğini iddia ediyor-dur. Gaybı ve kalplerde olanı ancak Allah  bilir. Kişinin gaybı bildiğini iddia etmesi küfrüne dalalettir. •İkincisi; iddia sahibi, bu iddiasını kendince kıyas ya da yoruma başvurarak yapıyordur. Yani şunu iddia ediyor: “alt mahkemenin hükmüne itiraz bir üst mahke-menin hükmünü talep etmektir. Çünkü böyle bir itiraz bir üst mahkemenin devreye girmesine sebep olur, bu da itiraz dilekçesini yazanın mahkeme olmayı talep ettiğine dalalet eder.” Buna verilecek cevaplar şunlardır: 1. Bu iddianız, şu kaidelere terstir. a) Sarahat karşısında delâlete itibar yoktur. b) Sâkîte bir söz isnad edilemez. 2. Eğer meseleye sizin yaklaşım biçiminiz ile yaklaşır da konuları böyle de-ğerlendirirsek: a) Tağuti Mahkemelerin hükmüne itiraz etmemek verilen hükme razı olmak-tır. b) Bu gibi mahkemeleri red ederek itiraz etmek imânın gereğidir. Allah  şöyle buyuruyor: “Her kim Tâgût’u inkâr eder ve Allah’a imân ederse, muhakkak o kopması olmayan sapasağlam kulba yapışmış olur. Allah Semî’dir, Alîmdir.” (Bakara 256) c) Bu itiraza karşı çıkmak, buna kızmak Tağut’un tarafında yer almaktır; çün-kü Tağut’un hükmüne itiraz etmek Allah’ın emridir. d) İslâm hükümlerinin yürürlükte olmadığı yerlerde birileri ile kavga yapmak ya da mevcut sistemin kanunlarına aykırı davranmak mahkeme sonucunu doğurduğu için mahkemeye başvurmaktır. Madem mahkemeye itiraz etmekle bir üst mahkeme devreye giriyor, itiraz eden de buna sebep olduğu için mahkemeye dava açmış kabul ediliyorsa bu durumda, İslâm hükümlerinin yürürlükte olmadığı yerlerde, o ülkenin kanunlarına aykırı davrananın da aynı hükme girmesi gerekiyor. Mesela birisi ile kavga yapmak hatta şeriati istemek, böyle olması lazım. Bu gibi tezler ne kadar doğru ise sizin iddianız da o kadar doğrudur. 24. Bir Şeyin Umur-i Bâtınede Delili, O Şeyin Yerine Geçer : Yani hakikatina ittilâ güç olan kapalı hususlarda zahiri deliliyle hükmolunur. Meselâ : a) Hatâen (A), karısına “Sen hoşsun” diyecek yerde “Sen boşsun” derse, karısı boş düşer. Burada batını bilinmediği için zahiri delile hükmedilir. b) Uykuda olan birinin ağzından “Sen boşsun!” veya “Karım boştur” şeklinde çıkan söz irâde dışı vuku bulduğu ve kasden söylenmediği yani bâtıni durumu bilindiği için, zahiri sebebe de burada itibar edilmeyeceğinden bir hüküm ifâde etmez. 25. Yazı İle Beyân, Sözle Beyân Gibidir : (Mükâtebe Muhatebe Gibidir) Meselâ : a) Borçlu, alacaklının kendi el yazısıyla “falan kimsede bulunan şu kadar alacağımı aldım” veya “borçlum adı geçen borcunu tamamen kapatmıştır” yazılı olduğunu iddia eder ve yazılı kâğıdı çıkarıp isbat ederse, iddiası kabul edilir. Çünkü yazı ile beyân sözle beyân gibidir. b) (A) ölmeden önce hazırladığı vasiyetnamesine “falan adama şu kadar bor-cum var” diye yazarsa bu, sözle beyân yerine geçeceğinden muteber sayılır. c) Bize nâkil yolu ile ulaşan herhangi birine ait bir kitap aksine bir delil olma-dıkça o kitabın o şahsa ait olduğuna hükmederiz. Bu kitabın o şahsa ait olmadığını iddia eden olursa iddiasını isbat etmesi gerekir. Çünkü iddia isbat ister. Ya da bize ulaşan kitabın o şahsa veya o alime ait olduğunu kabul eder de bu kitabın içerisinde küfür olduğunu söyleyip bu yazarı tekfir ederse bu durumda ona sorarız: “yazarın çağ-daşı alimler bunu kâfir olmakla itham etmişler midir?” Bunu isbâtta yine iddia sahibine düşer. 27. Kişi İkrâriyle İlzam Olunur : İkrâr, lûgat olarak : Bir şeyi dil veya kalb ile veyahut her ikisiyle isbât etmek-tir; İnkârın zıddı olmuş oluyor. Şeriat lisanında : Kendi üzerinde bulunan başkasına ait hakkı haber vermektir. Bu bakımdan ikrâr mukirri ikrâr ettiği şeyle ilzam eder... Ama (B) kendi lehinde (A)’nın yapmış olduğu ikrârı reddederse artık (A) ikrârıyla ilzam olunmaz. Meselâ : a) (A), (B)’ye 1000 lira borçlu olduğunu ikrâr eder, (B)’de bunu reddetmezse, (A) üzerine 1000 lira borç gerekli olur. b) (A)’nın evinden çalınan bir malı (B) “Ben çaldım” diye ikrâr ederse, tazmin ve tecziyesi gerekli olur. 28. Tanakuz İle Hüccet Kalmaz : Davacı, getirdiği hüccet hilâfına bir ikrârda bulunmuşsa, artık o hüccetin bir değeri kalmaz. Şahitler şehadette bulunduktan sonra bundan dönecek olurlarsa, şehâdetleri hüccet olmaz. 29. Müteseb (Bir Fiile Sebeb Olan Kimse) Kasden O Fiili İşlemedikçe Kendisine Tazmin Gerekmez : Meselâ : Kasden olmaksızın hırsızlığa yol gösteren, adam öldürmeye delâlet eden kim-seye tazmin gerekmez; ancak muahaza edilir (kınanır.) Çünkü ara yerde faili muhtar mevcuttur. 30. Hak Muhteremdir ve Korunması Vâciptir : 31. Zahir Olan Sözlerin Te’vil ve Tefsire İhtiyacı Yoktur : Zahir, söylenince ne kasdettiği anlaşılan sözdür. Mânâ açık olduğundan te’vil ve tefsire ihtiyaç olmaz. Mâturidîyye ve Eş’ariyye arasındaki ihtilaflardan bazı örnekler: Mâturidiyye ile Eş’ariyye mezhebleri, kelâm ilminin ana konuları olan (makâsıd ve mesâil) hususlarında ittifak etmişler, her ikisi de aynı dönemde ama ayrı yerlerde kelâm metoduyla imân esaslarından bahsetmiş, ehl-i sünnet görüşünü müdafaa etmişlerdir. Ancak bunu yaparken bazı açıklamalar, izahlar arasında farklılık söz konusu olmuştur. Bazı araştırmacılara göre “şeklî ve lafzî”, bazılarına göre ise köklü sayılan ve sayıları yazarlara göre değişen, hatta hakkında müstakil risaleler dahi yazılan bu görüş farklılıkları, muhtemelen her iki kelâmcının yaşadığı kültürel çevre ile yakından ilgilidir. Her ikisinin mücadele ettikleri gruplar da göz önüne alınırsa, bazı konularda değişik fikirlere sahip olmaları normal olarak mütalaa edilmelidir. Mâturidiyye ile Eş’ariyye arasındaki bu ihtilaflardan bir kaçını, bir fikir vermek maksadıyla burada zikretmek istiyoruz: 1. Cüz’î irade : Mâtüridîlere göre insanda müstakil bir cüz’i irade vardır. Eş’arilere göre ise bu irade müstakil değildir. 2. Kesb : Eş’arilere göre Kesb, insanın gücünün makdura iktiranıdır, yani takdir edilenle birlikte olmasıdır. Mâtüridîlere göre ise kesb, kulun bir şeye azim ve niyet etmesiyle o şeyin hasıl olmasıdır. 3. Husun ve Kubuh : Mâturidîlere göre husun ve kubuh, güzellik ve çirkinlik, başka bir deyimle bir şeyin iyi veya kötü olduğunun akılla bilinmesi mümkündür. Bazı şeylerin iyilik ve kötülüğü akıl ile idrak olunur; ilâhî emir ve nehiy de ona delalet eder. Yani bir şey iyi olduğu için Allah  tarafından emredilir, çirkin olduğu için de yasaklanır. Diğer bir ifade ile iyi olanlar emredilmiş, kötü olanlar da yasaklanmıştır. Eş’arîlere göre ise, husun ve kubuh şer’îdir; akıl ile idrak olunamaz. Ancak Allah’ın emir ve yasağı ile bir şeyin iyi ya da kötü olduğu bilinir. Yani bir şey emredilmiş ise iyidir, nehyedilmiş ise kötüdür. Emir ve nehiy olmadan iyilik ve kötülük bilinemez. 4. Ma’rifetullah : Mâtüridîlere göre, dinî tebligat olmasa da insan, Allah’ı bilmek zorundadır. Çünkü akıl Allah’ı bilme gücündedir. Eş’arîlere göre ise, akıl hiçbir şeyi vacip kılamaz. Onun için akıl Allah’ı bulabilecek güçte olsa bile Allah’ı bilmek şer’an vaciptir. Şeriatten, dinden haberi olmayan insan hiç bir şeyden mes’ul değildir. 5. Tekvin : Mâtüridîlere göre Allah Tealâ’nın “Tekvin” diye müstakil bir sıfatı vardır. Eş’arilere göre ise tekvin hakiki bir sıfat olmayıp itibari bir sıfattır, kudret sıfatının bir taallukudur, 6. Nübüvvet : Mâtüridîler, nübüvvetin şartlarından biri de erkek olmaktır, kadınların nebi olması caiz değildir, derler. Eş’arilere göre ise nübüvvet için erkek olmak şart değildir, kadın da peygamber olabilir. 7. Teklifi Ma Lâ Yutak (Güç Yetirilemeyenin Teklifi) : Allah’ın , insanın gücünün dışında kalan bir şeyin yapılmasını emretmesi ve kullarını bununla mükellef tutması Eş’arîlere göre caizdir ama vaki değildir. Mâturidîlere göre ise böyle bir teklif caiz de değildir. Çünkü bunda bir hikmet yoktur. 8. Sebep ve Hikmet : Eş’arîlere göre Allah’ın  fiilleri bir hikmet ile muallel olmadığı gibi, bir sebebe de bağlı değildir. Çünkü Allah  yaptıklarından sorumlu değildir. Mâtüridîler ise, Allah’ın fiillerinin bir hikmet ile muallel olduğunu ve bunların bir sebebe dayandığını ileri sürerler, Zira Allah abesten münezzehtir. Sebepsizlik ve hikmetsizlik ise abestir. O’nun fiilleri hikmeti icabı meydana gelir. 9. Kelâm-ı Nefsî : Eş’arîlere göre Kelâm-i Nefsî’nin işitilmesi caizdir. Mâtüridîler ise Kelâm-ı Nefsî’nin bizzat işitilemeyeceğini, ancak ona delalet eden şeyin duyulabileceğini söylerler. 10. Ezelde Ma’duma Hîtab : Eş’arîlere göre Ma’dum’a (yokluk) hitab-ı ilâhinin taalluk etmesi caizdir. Buna göre Allah ezelde Mükellim’dir. Mâtüridiler ise bunu kabul etmezler. Çünkü bunda bir hikmet yoktur derler. 11. İbadet Mükellefiyeti : Eş’arîlere göre kâfirler iman etmekle mükellef oldukları gibi ibadet etmekle de mükelleftirler, ibadet etmedikleri için ayrıca ceza göreceklerdir. Mâtüridîlere göre ise, kâfirler imanla mükelleftir, ayrıca ibadetle mükellef değildir, bundan dolayı ayrıca azap görmezler. 12. İrtidad :Eş’arîlere göre mürted yeniden iman ederse, amelleri de avdet etmiş olur. Mâtüridîlere göre ise amelleri avdet etmez, geriye dönmez. 13. Tevbe-İ Ye’s : Ye’s, ümitsizlik halinde yapılan tevbe, Mâtüridîlere göre makbul, Eş’arîlere göre ise makbul değildir. Dikkat edilirse, bu iki mezheb arasındaki ihtilaflar itikad meselelerindendir. Buna benzer daha başka bir çok mesele de vardır ki hepsi de akaid ile ilgilidir. Bu mezheblerin birinin iman dediğine diğeri küfür diyor ama hiç biri diğerini tekfir etmiyor. Neden? Çünkü tarafların kendince delilleri vardır; diğer bir ifade ile tarafların delilleri tevatür ya da kati nas değildir. Az ya da çok, delillerinde zan vardır. Bu ihtilaflardan yukarıda yazdığımız nübüvvet meselesini ele alalım; bizler biliyoruz ki nebi ve rasullerden birinin peygamberliğini inkâr etmek küfürdür ve yine peygamber olmayan birinin de peygamber olduğuna inanmak küfürdür. Eğer ki biz eş’ariler gibi inanır isek kadınlardan peygamber olabileceğini kabul etmiş oluruz; bunu kabul etmeyen maturidilerin kadın nebileri inkâr etmiş olduklarını görürüz, bunun da ilk bakışta küfür olması gerekir. Yani her meselede tekfir etmeyeni tekfir edenlerin görüşüne göre ya da maturidiler gibi düşünürsek eş’ariler nebi olmayan bazı kimseleri nebi olarak kabul ediyorlar, bunun da küfür olması gerekir. Ama biz bu meseleden dolayı sözkonusu bu iki tarafın tekfirleşmediklerini, aksine iki tarafın da biri diğerini, ehl-i sünnet saydığını görüyoruz. Neden bu davranışı sergilemişler? Çünkü iki tarafın da geçerli tevili ve delili vardır da ondan. Maalesef günümüz İslâmcıları arasında bu tekfir meselesi okadar basite alınmış, o kadar ileri gidilmiş ki en ufak bir meselede bile tekfir silahına sarılıyorlar, önlerine çıkan her meseleye “bu küfürdür, bunun küfür olduğunu kabul etmeyenler de kâfirdir” diye fetva veriyorlar. Hem de bunu delilsiz, sadece kendi yorumlarına dayanarak yapıyorlar. Yani bunlar kendi görüş ve yorumlarını nas kabul eder durumdadırlar. Allah bizleri bu duruma düşmekten korusun! Genel Olarak İtikadî Konularda Sapmanın Sebebi: Şu husus bilinmeli ki bu konuda genel olarak sapıtanlar yahut bu hususta hakkı bilmekten acze düşenlerin bu hallerinin sebebi, Rasûlun  getirdiklerine tabii olmakta kusurlu hareket etmeleri ve bu yolu bilmeye ulaştıran dikkatli düşünmeyi ve istidlali terketmeleridir. Böyleleri Allah’ın  kitabından yüz çevirdiklerinden sapıtmışlardır. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: “Benden size bir hidayet geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa o hem sapıtmaz, hem bedbaht olmaz. Kim de zikrimden yüz çevirirse gerçekten onun için dar bir geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz. Der ki: Rabbim niçin beni kör haşrettin? Halbuki ben görüyordum. Buyurur ki: Böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldiğinde onları unuttun; bu gün de sen böylece unutulursun.” (Tâhâ 123-126) İbn Abbas  dedi ki: Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup içindekiler gereğince amel eden kimselere dünya hayatında sapıtmamayı, âhiret hayatında da bedbaht olmamayı garantilemiştir. Daha sonra da bu âyet-i kerîme’yi okumuştur. TEKFİR KONUSUNDA İHTİLÂF EDİLEN MESELELER Bu konuda bilinmesi gereken önemli mesele şudur; kat’i nasla bilinen hiçbir konuda İslâm alimleri ihtilaf etmemişlerdir. Kat’i nasdan maksad, nassın subutu ve manaya delaletinin sarihliğidir yani nas en ufak bir zandan dahi uzak olmalıdır. Meselâ nas ayet ise mânâya delaleti kati olmalı; ölçüsü, sınırı, sayısı neyi kastettiği hiç bir şüpheye ve yoruma mahâl vermeyecek derecede açık olmalıdır. Eğer hadis-i şerif ise subutu da, mânâya delaleti de tevatur olmalıdır. Ehad veya meşhur haber zan içerdiği için bu gibi haberlerin hükmünde ihtilaf edilebilir. Kimi alime göre delil olan kimine göre delil olmayabilir ya da bu naslardan çıkarılan hükümle bazı alimler bir meseleye küfür, haram ve farz derken bir başkası haram, mekruh, ya da vacib, sünnet diyebilir. Çünkü hükme esas alınan nasda azda olsa zan vardır. Bu gibi ihtilaf konusu olan meselelere birer örnek verelim; Küfür hükmüne örnek: Namazın terki imam Ahmed’e göre küfür iken diğer üç imama yani Ebu Hanife, Malik ve Şafii’ye göre değildir. Bu imamlar biri diğerini tekfir etmemişdir. Neden? Çünkü mevcud deliller şüphe ve tereddüde meydan vermeyecek kadar kati değil, her görüşün kendince delili var. Bir başka örnek: Mutezilenin en önemli prensiplerinden biri olan tevhid konusunda kendilerine mahsus bir açıklama yapmışlardır. Allah birdir, eşi ve benzeri yoktur. Allah’ın vahdaniyeti (birliği) ve kıdemi (kadim olması), Mu’tezile’ye göre Allah’a mahsus en özel sıfattır. Eğer Allah’ın kıdemi haricinde O’na çeşitli sıfatlar isnad edilirse bir çok kadim varlığın mevcudiyeti kabul edilmiş olur. Böylece ta’addud-i kudemâ yani kadimlerin çokluğu ortaya çıkar ki “bu durum Allah’ın birliği gerçeğine aykırıdır” derler. Görüldüğü gibi mutezile Allah’ın sıfatlarını kabul etmiyor hatta Allah’a sıfat isnad edeni tekfir ediyor. Ehli sünnet ise sıfatları inkâr edeni tekfir ediyor. Mutezilenin bu fikrine küfür diyorlar. Ama mutezileden hiç kimseyi tekfir etmiyorlar; Ahmed bin Hanbel’in “Kur’an mahlukdur” diyenleri tekfiri. Bu genel fetvadır, şahıslara indirgendiğinde ise durum farklıdır. Son örneğide maturidi ve eş’ari arasında olan şu ihtilafı verelim: Tekvin : Mâtüridîlere göre Allah Tealâ’nın “Tekvin” diye müstakil bir sıfatı vardır. Eş’arilere göre ise Tekvin hakiki bir sıfat olmayıp itibari bir sıfattır, kudret sıfatının bir taallukudur. Bütün bunlar küçük birer örnektir, buna benzer bir çok mesele vardır ki itikadidir. İslâm alimleri ihtilaf etmişlerdir. Ama biri diğerini asla tekfir etmemiştir. Kurtaracak en ufak bir tevil, bir çıkış yolu varsa müslümanı kurtarma yönüne gitmişlerdir. Zaman zaman bir fırka diğer bir fırkayı bid’at ehli, sapık fırka olmakla itham etmişse de asla tekfir etmemiştir. Bu ve benzeri meselelerde hata edenleri büyük imamlar mümkün olduğunca tekfirden kaçınmışlar. Öyle ki herhangi bir konu doksan dokuz boyutu ile küfür olsa, bir boyutu ile de İslâm olsa, o meselede tekfire gitmeyip müslümanı kurtarma yönüne gitmişlerdir. Ancak kendi nefislerinde yüzde bir ihtimal de olsa, küfür tehlikesi olan meseleye yaklaşmayıp kaçmışlardır. Yani şüpheden dolayı tekfirden kaçmışlar, şu naslara ve benzerlerine kulak verip bağlı kalmışlardır: Allah  şöyle buyuruyor: “Dillerinizin yalan yere niteleyegeldiği şeyler için: Şu helâldir, şu da haramdır demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphe yok ki Allah’a karşı yalan uyduranlar iflâh olmazlar.” (Nahl-116) Rasûlullah şöyle buyurdu: “Gücünüzün yettiği kadar şüpheler ile hadleri düşürünüz” (Ebu Dâvud,Salât,14;Tirmizî,Hudud-2) buyuruluyor. Bilindiği gibi Allah’ın  haram kıldığına helâl demek, helâl kıldığına da haram demek küfürdür. Hatta böyleleri tağut ve ilâhlık taslayan bir puttur. Dikkat edelim! Tağut’u veya küfrü reddedelim derken, bizzat Tağut veya kâfir olmayalım. Nasıl mı? Allah’ın küfür dediğine İslâm, İslâm dediğine küfür diyerek. Nasıl olur böyle bir şey? Şöyle olur; kişi elinde hiçbir kat’i delil yokken kat’i hüküm verirse, hele hele bu da tekfir gibi çok tehlikeli bir mevzuda ise küfre girmesi kuvvetle muhtemeldir. Yukarıdaki ayetin tehdidinden kurtulmak ve şu hadis-i şerife kulak vermek için; “Gücünüzün yettiği kadar şüpheler ile hadleri düşürünüz” (Ebu Dâvud,Salât,14;Tirmizî,Hudud,2) İlim ehli tekfir meselesinde ağır davranmışlar, müslüman birini tekfir etmemek için adeta kılı kırk yarmışlardır. Heyhat ! günümüzün sözüm ona ilimden habersiz müctehidleri, bırakın tekfir etmemek için gayret etmeyi, tekfir edebilmek için kılı kırk değil, seksen yarmaya çalışıyorlar. Müslümanları kâfir ilan edebilmek için batıl te’viller, batıl kıyaslar yapıyorlar. Bu sahte ve cahil, sözüm ona müctehidler ne usul bilir, ne hadis, ne Kur’an bilir, ne de kıyas… Hatta bir çoğu doğru dürüsüt bir kitap dahi okumamışlardır. Kulaktan dolma bir takım nâkıs bilgilerle kendilerini müctehid sanırlar. Bu gibiler kendilerince birtakım îman ve küfür meseleleri belirlerler; bu belirledikleri mevzuları kesin doğru, kat’i nas kabul ederler. Bu kendi doğrularını kabul etmeyenleri kâfir ilan ederler. Bunu yaparken kendilerini takva ve din konusunda çok hassas sanırlar ve derler ki: “bizler Tağut’u red konusunda çok hassasız”. Gel gör ki bu zavallılar reddettiklerini zannetikleri Tağut’un bizzat yerini alırlar da farkında değiller. Bunlar kendi belirledikleri îman-küfür meselelerini kesin doğru kabul ettikleri için, bu meseleler hakkında konuşup tartışmayı küfür kabul ederler. Bu nedenle okudukları kitaplar ve görüştükleri alimleri kendi doğrularına uymuyor diye reddederler. Bunların misali, şu adamın misali gibidir: Adamın biri sarraf olmaya karar verir ve ilk iş olarak da bir mihenk taşı temin etmeye çalışır. Adam bu işi bilmediği ve duyumlarla yola çıktığı için mihenk taşını bilemez. O da kendince araştırır, nihayet bir mermer taşı alır, “bu mihenk taşıdır” der ve buna kendini inandırır. Sonra da elde ettiği altınları bu mermerle ölçmeye çalışır, derken elindeki altınları kıymetsiz maden parçalaı diyerek kaldırır atar. Bu yanlışı gören duyarlı sarraflar gelir, adama “bak arkadaş sen yanlış yapıyorsun! bu attığın altındır, elindeki şu taş ise mihenk taşı değil, bir mermer parçasıdır” derler. Adam: sarraflara kızar ve onları cahillikle suçlar. Onlara “siz bu işi bilmiyorsunuz, sizler sarraf falan da değilsiniz” diyerek karşı çıkar. Onları bu şekil ithamlarla etrafından uzaklaştırdıktan sonra da kendi kendine şöyle der: “yahu bu adamlar yıllarca boşuboşuna çalışıp durmuşlar ama hiç de bir şey öğrenememişler”. Bir süre sonra sermayesini hesaplar bir de ne görsün elde sermaye kalmamış. Üzülür, pişman olur ama ne çare… son pişmanlık fayda vermez. İşte bu örnekte olduğu gibi, tekfirde aşırılığı kendilerine bir usul sayanlar, kendi ellerindeki delilin isabetli olup olmadığına bakmadan etrafa saldırırlar. Bunlar bırakın kendi delillerinin doğruluğunu tartışmayı, böyle bir şeyi teklif etmeyi de küfür sayarlar. Bu zihniyet sahiplerinin sapma nedenlerinin başlıcaları şunlardır: 1- “Cehalet mazeret değil” derler; şüphesiz bu söz doğru. Ama bu konuda ölçüyü, sınırı bilmezler; yani hangi mesele mazeret, hangisi değil, bilmezler. Dinin aslı olan meselelerde mazeret yoktur; bu doğru, furu meselelerde mazeret vardır. Bunu ne bilirler ne de bu meselelerdeki açıklamaları anlarlar yani tam bir cehalet ve kör taassub içerisindedirler. 2- “İmanda şüphe caiz değil” derler; doğru da lâkin ellerindeki delil, delil değil kendi yorumları olduğunu bilmezler ya da bunu kabullenmek istemezler veya işlerine gelmez. Yani eldeki delil yoruma açıksa ya da bizzat yorumsa buna itiraz edip araştırmak imanda şüphe değil, hükmün hakikatini tahkik etmekdir. Bunun gibi yorumlara teslim olmayanlara imandan şüphe ediyor demek veya bu sebeble böylelerini tekfir etmek, kişinin kendi görüş ve yorumunu nas kabul ettiği anlamına gelir; böyle bir duruma düşmekten Allah’a sığınırız. 3- Birilerine olan hased, kin, nefret ve öfkelerinden dolayı bu yolu seçerler. Bunlar şu ayete kulak vermezler mi?: “Ey İman edenler ! Allah için hakkı ayakta tutanlar, adaletle şahidlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil olun. Çünkü o, takvaya daha yakın olandır. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır...”(Maide 4- Cehaletlerinden ve çok riyakâr olduklarından saparlar. Bunlara karşı ilmi mücadele verip, mü’minlerin zihinlerini bulandırmalarına müsaade etmemeli. Reye Dayanarak Kur’ân’ı Tefsir Etmek ve Buna Kalkışmak ile İlgili Tehditler; Hz. Âişe’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah Allah’ın  kitabından ancak Cebrail’in açıklamalarını kendisine öğrettiği sayılı âyetleri tefsir ederdi. Tirmizî’nin İbn Abbas’tan rivayet ettiğine göre, Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bildikleriniz dışında bana bir söz isnad etmekten sakınınız. Çünkü kasdi olarak bana yalan isnad eden kişi cehennemdeki yerini hazır¬lasın.” Rezin, ayrıca şunları ekler: Ve her kim kendi görüşüne dayanarak söz söyler ve hata ederse, o kâfir olur. (İbnul-enbârî) Hz. Cündüb yolu ile gelen hadis hakkında da şunları söylemektedir: Bazı ilim adamları, bu hadis-i şerifte geçen “görüş” ile hevanın kastedildiğini söylemişlerdir. Her kim Kur’ân-ı Kerim’e dair kendi hevasına uygun, fakat selef imamlarından da nakletmediği bir görüş söylerse isa¬bet etse dahi hata eder. Çünkü Kur’ân-ı Kerim hakkında aslını astarını bilme¬diği bir şeyi söylemiş, Kur’ân’a dair rivayetleri nakleden kimselerin görüş¬lerini bilmeksizin kendi kanaatini ortaya atmış olur. İbn Atiyye der ki: Bunun anlamı şudur: Kişiye, yüce Allah’ın Kitabı’nda yer alan bir buyruğun manasının ne olduğu sorulur. O da bu konuda ilim adamlarının dedikleri-ne, nahv ve usul gibi ilimlerin konu ile ilgili kuralla¬rının gereğine bakmaksızın haddi olmayan görüşler ileri sürer. Derim ki: Bu doğru bir açıklama şeklidir. İlim adamlarından birçok kişi¬nin ter-cih ettiği görüş de budur. Kur’ân-ı Kerim’e dair kendi vehmine ve ha¬tırına geldiği şekil-de, ilgili esaslara uygun istidlalde bulunmaksızın görüş be¬lirten bir kimse hata eder. Anlamı üzerinde ittifak edilen muhkem esaslara göre açıklamalarda bulunarak onun anlamını çıkartmaya çalışan kimse ise övülmüştür. Burada görüşe dayanarak Kur’ân-ı Kerim’i açıklamanın yasaklanma¬sı şu iki anlamdan birisi hakkında kabul edilir: 1- Herhangi bir şeye dair bir görüşü olur, tabiatı ve hevâsı da ona mey¬letmekte olduğu için kalkar, Kur’ân-ı Kerim’i görüş ve hevasına uygun bir şe¬kilde te’vil eder ve maksadının doğruluğuna delil göstermeye çalışır. Şayet böyle bir görüş ya da hevası olmamış olsaydı, Kur’ân-ı Kerim’den böyle bir anlamı çıkartması sözkonusu olmazdı. Bu şekilde bir açıklama, kimi zaman bilerek yapılır. Kur’ân-ı Kerim’in birtakım âyetle-rini bid’at görüş ve kanaat¬lerinin doğruluğuna delil gösteren kimsenin yaptığı gibi. Hal-buki böyle bir kimse bu âyet-i kerimeden bunun kastedilmediğini bilmektedir. 2- İkinci şekil ise; Kur’ân-ı Kerim’in garip lafızları ile ilgili nakil ve kulak¬tan kulağa aktarılarak gelen rivayetleri tesbit etmeye kalkışmaksızın, Kur’ân’da bulunan mübhem (üstü kapalı) ve mübeddel lafızlara bakmaksızın, Kur’ân’daki ihtisar, (kısaltma) hazf, (anlamı bozmayacak şekilde kelimeyi /kelimeleri açıktan zikretmeme), izmar (anlamı tamamlayan kelime takdir etme), takdim ve te’hirlere dikkat etmeksizin, sadece arapçanın zahirî kural¬larını göz önünde bulundurarak Kur’ân’ın tefsirine kalkışmak ve gereken te¬enniyi göstermemek. Tefsirin zahirini sağlam tutmayan ve sadece arapçayı an¬layarak anlamlar çıkartmaya kalkışan bir kimsenin yanlışlıkları çok olur ve görüşüne dayanarak Kur’ân-ı Kerim’i açıklamaya çalışanlar zümresine girer. İbn Atiyye der ki: “Sa’id b. el-Museyyeb, Amir eş-Şa’bi ve benzerleri selef-i saliha mensup ileri gelen birtakım kimseler, Kur’ân’ı Kerim’in tefsirini büyük bir iş kabul ediyor, bilmelerine ve bu konuda oldukça ileri seviyede olmalarına rağmen kendileri adına ihtiyat ve takvayı elden bırakmıyor, tef¬sir yapmaktan kaçınıyorlardı.” Yorum Yaparak İçkiyi Helâl Sayanların Hikâyesi: İsmail b. İshak’ın Hz. Ali’den naklen bildirdiğine göre Hz. Ali şöyle demiştir: Şamlılardan bir grup içki içtiler. Ebu Sufyan’ın oğlu Yezid Şam’da yönetici idi. Bunlar o ayeti yoruma tabi tutarak “içki bize helâldir” dediler.Yezid bunların durumunu yazılı olarak halife Hz. Ömer’e bildirdi. Hz. Ömer ona şöyle yazdı: “Onları, çevredeki insanları bozmadan bana gönder!” Hz. Ömer bu adamlar hakkında insanlara (ashab’a) danışmada bulundu. Onlar: Ey mü’minlerin emîri! Görüşümüz odur ki bu adamlar Allah’a karşı yalan söyleyip Allah’ın izin vermediği ve dininde olmayan bir şeyi meşru imiş gibi icat ettiler. Bunların boynunu vurun. Hz. Ali susuyordu. Hz. Ömer ona dedi ki: Ey Hasan’ın babası! Sen ne dersin? Hz. Ali şöyle cevap verdi: Benim görüşüm odur ki onlardan tevbe etmelerini is-te, tövbe ederlerse şarap içtikleri için (had cezası olarak) seksen sopa vurursun. Eğer tövbe etmezlerse boyunlarını vurursun. Çünkü onlar Allah’a karşı yalan söyleyip Al-lah’ın izin vermediği ve dininde olmayan bir şeyi meşru imiş gibi icad ettiler.” İşte bunlar Kur’an’ın açık ifadesi ile Allah’ın haram ettiğini, yorum ile helâl kıldılar. Bunlar hakkında Hz. Ali  ve onun dışında sahabe tanıklık etmiştir ki bunlar Allah’ın dininde din sayılacak bir icat yapmışlardır. (Şatibi el itisam) Hz. Ömer  onlardan tevbe etmelerini istedi, onlar da tevbe ettiler. Hz. Ömer  onlara (had cezası olarak) seksener sopa vurdu. Bundan maksat, içtihad sebebi ile şer’i bir delilin mevzusu dışında kullanılmasıdır. Bu ise nassın delaletini yanlış anlamak veya delil niteliğinde olmayan bir haberi delil olarak kabul etme sebebiyle olabilir. Bu-nun sonucu olarak kişi, küfür olmadığına inandığı bir işi işler ve böylece kasıt şartı orta-dan kalkar. Bu şekilde te’vilde hata etmek, tekfirin engellerindendir. Böyle bir te’vil sahibine gereken hüccet ulaştırılmasına rağmen hatası üzerinde ısrar ederse, te’vil engeli artık o kişi için geçersiz hale gelir ve o kişi küfre girer. Bunun delili ise, sahabenin  bu konudaki icmasıdır. Kudame bin Maz’un, Allahu Teala’nın “İman eden ve salih ameller işleyenlere; hakkıy-la sakınıp iman ettikleri ve salih ameller işledikleri, sonra yine hakkıyla sakınıp iman ettikleri, sonra da hakkıyla sakınıp yaptıklarını ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde tattıklarından dolayı günah yoktur. Allah iyi ve güzel yapanları sever” (Maide 93) ayet-i kerimesini yanlış bir şekilde anlayarak bir kaç kişi ile beraber içki içmiş ve bunun kendisine helal olduğunu söylemişti. Böylece dinde haram olan bir emri helal kabul etmişti. Bu yaptığına Kudame’nin karısı da dahil Ebu Hureyre ve bazıları şahitlik edince, Ömer radıyallahu anh onu vermiş olduğu görevden azletti ve yanına çağırdı. Kendisine ceza vermek isteyince Kudame radıyallahu anh yukarıdaki ayeti yaptığına delil olarak gösterdi. Bunun üzerine Ömer bin Hattab radıyallahu anh ayeti hatalı olarak te’vil ettiğini ona izah etti ve içkiyi helal kabul etmesinden dolayı irtidat cezası değil, sadece ona içki içmesinden dolayı had cezası uyguladı. Eğer hüccet ikâme edildikten sonra, hala ısrar etseydi irtidadına hükmolunacaktı. İbn-i Teymiye rahimehullah “es-Sarimu’l-Meslul” isimli eserinde şöyle der: “Ömer bin Hattab ve şura meclisi üyeleri, arkadaşlarıyla beraber Kudame’nin tevbe etmesinin istenmesine, içki içmenin haram olduğunu kabul ederlerse, kendilerine sadece içki içme cezasının uygulanacağına, haram olduğunu kabul etmezlerse kâfir olduklarına hükmedileceğine karar verdiler.” (Es-Sarimu’l-Meslul, 530 ) Daha sonra Ömer radıyallahu anh Kudame’ye yanlışını gösterdi ve şöyle dedi: “Sen Allah’tan korksaydın, yasak olan şeyden kaçınırdın ve içki içmezdin.” Bunun üzerine Kudame yanlışından döndü ve Ömer bin Hattab radıyallahu anh onu tekfir etmedi. Sahabeden  kimse, bu konuda Ömer’e radıyallahu anh muhalefet etmedi. İbn-i Teymiye rahimehullah şöyle der: “İslâm’a yeni giren veya İslâm şeriatının kendi-sine ulaşmadığı uzak bir yerde yetişen ya da hataya düşerek, iman edip salih işler yapan-ların içkinin haramlığından müstesna olduğunu düşünenler gibi olup kendisine hüccet ulaşmayan bir kişi için hüccet ikâmesi ve tevbeye davet vardır. Bunlar yaptıklarından dolayı önce tevbeye davet edilir ve kendilerine hüccet ikâmesi yapılır. Buna rağmen yaptıklarını terk etmeme konusunda ısrarcı davranırlarsa kâfir olurlar. Ancak tevbeye davet edilmeden ve kendilerine hüccet ikamesi yapılmadan önce küfürlerine hükmedil-mez. Sahabenin, Kudame bin Maz’un ve arkadaşları hatalı te’vil yaptıklarında, direk onların küfürlerine hükmetmedikleri gibi.” (Mecmuu’l-Fetava, 7/609-610). İbn-i Hazm rahimehullah şöyle der: “Kişi müslüman olduğu halde, bir mesele kendisine sabit bir yol ile Rasûlullah’tan ulaşmış ancak buna rağmen te’vili veya kendisine ulaşan başka bir nass sebebi ile Rasûlullah’tan ulaşanın hilâfına hareket etmiş olabilir. Böyle bir durumda kendisine açık bir hüccet ulaşıncaya kadar kişi mazur konumdadır ve hatta ecir de almış olabilir. Çünkü hakkı amaçlamış ancak buna isabet edememiştir. Böyle bir kişi kendisine hüccet ulaşmasına rağmen hatası üzere inat etmeye devam ederse, te’vili sebebi ile mazur olmaz.” (Ed-Derra fima Yecib İtikadihi, 414) Şer’i bir delile dayanmayan, Arap diline uymayan ve sadece heva ve hevesten kaynaklanan te’vil, kesinlikle içtihad türünden kabul edilmez ve sahibinin mazur olmayacağı batıl bir te’vil olur. Çünkü böyle bir şey nasslarla oynamak ve dini tahrif etmektir. “Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise, onlar tamamen gafildirler”(Rum 7) Sonuç olarak, muteber bir te’vil sahibi olan kişiye gerekli huccet ikamesi yapıldıktan sonra bu engel ortadan kalkar. “Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların, peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir.”(Nisa 166) MÜSLÜMANI TEKFİR ETMEK KÜFÜRDÜR İman kardeşleri!.. Bu tehlikeli alandan ve çirkin yoldan sakındıran bir çok delil vardır. Allah Subhanehu şöyle buyurur: “İyi anlayıp dinleyin; size selam verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek “Sen mümin değilsin!” demeyin.” (Nisa 94) Buhari ve Müslim’de ise, İbni Ömer radyallahu anhuma kanalıyla, Rasûlullah’ın şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Kim kardeşine “Ey kâfir!” derse, bu o ikisinden birine döner. Şayet söylediği gibi ise (ona) değilse kendisine döner.” Yine Buhari ve Müslim’de, Ebu Zerr radıyallahu anh kanalıyla, Rasûlullah’ın şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Kim bir adamı kâfir olduğunu söyleyerek çağırırsa veya “Allah’ın düşmanı” derse, o böyle değilse mutlaka kendi üzerine döner.” Taberani’de ise, sahih bir senetle, Rasûlullah’ın  şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Kim bir mü’mini kafirlikle itham ederse, bu onu öldürmesi gibidir.” Rasulullah’ın sahabileri  bu aydınlık yol üzere yürüdüler. İmam Ahmed, Taberani ve diğer bazı hadis alimleri, Ebu Sufyan’dan şunu rivayet eder: Mekke’de Cabir’e şunu sordum: “Kıble ehlinden birini müşrik sayarmıydınız?” “Allah korusun!” dedi ve bundan ürktü. Bir adam, “Onlardan birini “kâfir” diye çağırıyor muydunuz?” diye sorunca, “Hayır” dedi. Selef-i Salih de, bu parlak yol üzere yürüdü. Bu hüküm için bir takım usûller, şartlar ve kurallar koydular. Gözetilmesi ve emin olunması gereken halleri ve engelleri belirlediler. Bütün bunlar, tekfirin tehlikesi ve dikkat gerektiren bir hüküm olması nedeniyledir. Yeryüzünde Tağut’u tekzip ederek Allah’a iman etmiş bir müslümanı küfürle damgalamak, küfürdür. Çünkü böyle bir durumda küfrü kuvvetlendirip güçlendirme söz konusudur. İslâm’a göre küfrü kuvvetlendirip güçlendiren her emare küfürdür. İman esaslarına riayet ederek müslüman olmuş ve hayatında “elfaz-ı küfür” ile “ef’al-i küfür” meydana gelmemiş bir kişi, sırf bir başkasının “sen kâfirsin” sözüyle kâfir olmaz. Aksine böyle birisine “sen kâfirsin“ diyen kişi nasların zahirine göre kâfir olur. Bakınız bu konuda şanlı önderimiz Hz. Muhammed şöyle buyuruyor: “Kim bir insanı kâfir diye çağırırsa, yahut öyle olmadığı halde, ’Ey Allah düşmanı” derse, söylediği söz kendisine döner.” (Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi C 1 Sh 321 İST/1977) “Mü’mine lanet etmek onu öldürmek gibidir. Bir mü’mini küfr ile itham eden onu öldürmüş gibi olur.” (Sahih-i Buhari C: 7, Sh: 233, İST/ 1315) “Bizim gibi namaz kılan, kıblemize yönelen ve kestiğimizi yiyen kimse, Allah’ın ve Rasûlunun teminatını elde etmiş kabul edilir. 0 halde (böylelerini öldürmek suretiyle) Allah’ın verdiği teminatı ve ahdi bozmayın.” (Sahih-i Buhari C: 1, Sh: 102, İST/ 1315) “Bir insan (müslüman) kardeşine: ’Ey kâfir” diye hitab ettiği zaman, ikisinden biri bu sözü üzerine almış olur. Şayet söylediği gibi ise küfür onda kalır, değilse söyleyene döner.” (Sahih-i Buhari C: 7, Sh: 97, İST/ 1315) “Bir kimse müslüman kardeşini tekfir ederse küfür (tekfir edilen veya edenden) biri üzerine döner.” (El Müsned (Ahmed b. Hanbel), C: 2, Sh: 142) Bu hadis-i şerifleri dikkate alan İslâm uleması, müslümana karşı ileri sürülen te’vilsiz tekfirin küfür olduğu hususunda görüş birliği içerisindedir. Müslümanı tekfir etmenin küfür olmasının birçok sebebi vardır. Ancak en büyük sebep, imana taarruzdur. Bakınız bu konuda Said Havva şöyle diyor: “Her kim bir mü’mini kâfirlikle damgalarsa şüphesiz kâfir olur. Bir mü’mini kâfirlikle suçlamanın küfre yol açmasının sebebi, bu suçlamanın iman özüne karşı girişilmiş bir saldırı niteliği taşımasıdır. “ (El-İslâm (Said Havva) Bu nedenle İslâm alimleri, sürekli müslümandan küfür ithamını iptal eden söz ve davranışlara önem vermişlerdir. Bakınız bu konuda İbn Abidin rahimehullah şöyle diyor: “Müslümandan küfür ithamı düşüren her söz tercihe daha lâyıktır, velev ki zayıf olsa bile.” (Mecmua’tur-Resail (İbn-i Abidin) C: 1, Sh: 34, İST/1325) Unutmayalım ki, müslümanı tekfirde gayret edenler, küfre eleman kazandırmada gayret gösterenlerdir. “Lâ ilahe illallah Muhammedur Rasulullah” dedikleri ve bununla tenakuz teşkil eden bir vaziyette bulunmadıkları müddetçe ehli kıbleye dil uzatmaktan, imkân nisbetinde sakınmak lazımdır. Çünkü tekfirde tehlike vardır, sükutta yoktur. Tekfir, tekfir edilenin malının alınması, kanının dökülmesi, cehennemde ebedî kalınmasına hükmedilmesi gibi önemli hukukî neticeler doğuran şer’i bir hükümdür. (İslâm’da Müsamaha (İmam-ı Gazali Ter: Süleyman Uludağ Sh: 43-46) İmam Gazali rahimehullah şöyle der: “Mümkün olduğunca tekfirden sakınmak gerekir. Çünkü kıbleye doğru namaz kılan ve açıkça “La ilahe illallah, Muhammedur Rasulullah” diyenlerin mallarını ve kanlarını helal görmek yanlıştır. Bin kâfiri yanlışlıkla hayatta bırakmak, tek bir müslümanın kanını yanlışlıkla dökmekten daha hafiftir.” Bu münasebetle müslümanlar hakkında rastgele tekfirden uzaklaşılmalıdır. Aksi halde kişi müslümanı tekfir etmek suretiyle kendi imanını kaybeder. Elbette ki, kendi imanını kaybeden bir kimse, iman yerine küfre sahip olmuş olur. Evet, İslâm’a teslim olanı teslimsizlikle itham etmek, teslimsizliğin ta kendisidir. İslâm’a karşı teslimiyetsizlik de küfrün ta kendisidir. İbn Manzur rahimehullah bu konuda şöyle diyor: “Müslüman kardeşine kâfir diyen ya doğru söylemiştir veya yalan söylemiştir. Doğru söylemişse tekfir ettiği şahıs kâfir olur. Eğer yalan söylemişse müslüman olan kardeşini tekfir ettiğinden, küfür kendine döner ve kendisi kâfir olur.” (Lisanu’l Arab İbn-i Manzur) C: 5, Sh: 146, Beyrut/1955) Bu münasebetle haksız yere yani hayatında elfaz-ı küfür ve ef’al-i küfür meydana gelmemiş bir müslümanı küfürle damgalayıp tekfir etmek küfürdür. Bu küfrü işlemeye teşebbüs eden de kâfirdir. Ey tekfirde aşırı gidenler şunu bilin ki, bir kâfirin te’vilinden yada bir şüpheden dolayı tekfir edilmemesinin tehlikesi ile bir müslümanın te’vilinden ya da bir şüpheden dolayı tekfir edilmesinin tehlikesi kıyaslanır ise müslümanı tekfir etmek elbette daha büyük bir tehlike ve suçtur. Allahu Teala, hakkı batılla karıştırmak ve onun gösterdiği yolu bulandırmak için batılı süsleyip pazarlayan kişileri kötüleyerek şöyle buyurur: “Hakkı batıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin. (Kaldı ki) siz (gerçeği) biliyorsunuz.” (Bakara 42) “Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanları düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak.”(Enam 112) Öğüt ve nasihattan kaçanlara da şöyle buyuruyor: “Böyle iken bunlara ne oluyor ki adeta aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi (hala) öğütten yüz çeviriyorlar?” (Muddessir 51) “Kendisiyle sizi ve bundan sonra onu duyacak herkesi uyarmam için bu Kur’an bana vahyolundu.”(Enam 19) “Allah, temiz olanı pis olandan ayırt edinceye kadar mü’minleri sizin üzerinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir...” (Âl-i İmran 179) “Bu, Allah’ın murdar olanı, temiz olandan ayırması, murdarları üst üste koyup hepsini yığarak cehenneme atması içindir. İşte bunlar hüsrana uğrayanlardır.”(Enfal 37) “Gerçek şu ki, biz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık, -Allah’ın dilediği dışında- yine onlar inanmayacak-lardı. Ancak onların çoğu cahillik ediyorlar.” (En’am 111) “De ki: Ey İnsanlar! Şüphe yok ki size Rabbinizden hak gelmiş¬tir. Artık kim hidayet bulursa o ancak kendi faydasına olmak üzere hidayete ermiş olur. Kim sapar-sa, yalnız kendi zararına sapmış olur. Ben başınıza bir bekçi de değilim.” (Yunus 108) “De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben Allah’a bir basiret üzere davet ediyo-rum; Ben de, bana uyanlar da, Allah’ı tenzih ede¬riz. Ben müşriklerden değilim.” (Yûsuf 108) “Şüphesiz ki bu, Benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Başka yollara uymayın. Sonra sizi O’nun yolundan ayırırlar. İş¬te, sakınasınız diye Allah size bunları tavsiye etti.” (En’am 153.) Son Söz “...ve “Rabbim, benim ilmimi artır” de.” (Taha, 114) Oturumun Kefareti “Allah’ım! Sana hamdederek, seni tüm noksanlıklardan tenzih ede¬rim. Senden başka ilah olmadığına şehadet ederim. Senden bağışlanma diler ve sana tevbe ederim.¬” (Tirmizi (36153), Ahmed, Nesai Aişe’den radyallahu anha) سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ وَ بِحَمْدِكَ، أشْهَدُ أَنْ لاَ إلَهَ إلاَّ أنْتَ، أسْتَغْفِرُكَ وَ أتُوبُ إلَيْكَ



EbuMuhammed
 
   
 
   
Bugün 6 ziyaretçi (14 klik) kişi burdaydı.Allah arttırsın.
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol